23 Haziran 2012 Cumartesi

Mış gibi

Yoğun geçen günün ardından üzerime çökmüş olan ağırlık ile yazıyorum bu satırları. Evim ile çalıştığım yer arasında ki mesafe, "İstanbul Delisi" unvanını elime geçirmeme neden olmuştu. 1 haftada yaptığım yol bir uzun yol şoförünün 1 seferde yaptığı kadar neredeyse(Rize-İstanbul arası kadar). İlk etap yolculuğum sona erdiğinde aktarma yapmak üzere diğer vasıtayı beklemeye koyuldum. 10 dakikalık bekleme sonrasında, bu beklemeyi insan yığını içinde gerçekleştirmiştim, beni evime ulaştıracak olan araç gelmişti. Ön ve arka olmak üzere iki kapıya sahip olan çok oturgaçlı götürgece ön kapısından binmiştim. Koridordaki boşluktan(!) faydalanarak arkaya doğru hareket ettim. Bu mavi araca bindiğimde hep aynı his uyanıyor benliğimde; Sanctum filminde ki daracık mağaraya giren ekibin içendeymişim gibi ya da mağaracılık sporuna gönül vermiş olan Trevanian yarattığı müthiş karakter Nicholai Hel gibi hissediyorum. Nicholai'nin yanına gelemem yeteneklerimiz baz alındığında ama bir ortak noktamız var, daracık bir alanda hayat mücadelesi veriyor olmamızdan ibaret o ortak nokta. Şüpheli bir birey peşinden insan yığını yarıp geçen bir güvenlik gücü gibiyim o anlarda.. Ben yığını aşıp arka kısıma yaklaşmışken iki koltuk aynı anda boşaldı. İspanya milli takımına duran top organizasyonu dışında gol atmayı başarmış Zimbabwe'li bir kaleci gibi şaşkın, şaşkınlığı anında üzerinden atarak deli gibi sevinen ama bunu içinden yapan, o kadar içinden yapan ki ifadesizlik yüzünün her bir kasına işlemiş, bir kaleciydim. Cam kenarları dolu, paralel olarak konumlandırılmış koltuklara baktığımda karşıma iki seçenek çıkmıştı. Gün içerisinde yapmış olduğumuz onlarca seçimden hiçbir farkı yoktu görünürde. Fark yoktu ibaresi olması gerekendi oysa ki. Tasavvur ettiğim buydu en azından. Bir tarafta elinde cep telefonu ile çok yoğunum, cool'um ayrıca ifadesi veren bir sarışın, diğer tarafta ise hayatla alacağı vereceği kalmamış kır saçlı bir dayı. İkisiyle de göz göze geldim sırasıyla. Sarışın kız, ki biz ona S. diyeceğiz bundan böyle, bakışını attı, asli görevini yerine getirmiş gibi, ve telefonu ile olan samimiyetine geri döndü. Dayı ise, ona ise D. diyeceğiz, daha uzun baktı. Sonra anlayacaktım ki bu bir "otursa iyiyidi" bakışıydı. S.'ye tekrar baktım ve egosunu tatmin edecek en ufak bir hareket yapmamak için dikkatli davrandım. Rastgele yapacağım bir hareket egosunu okşamasın diye temkinliydim. İlk hamleyi de onu değil D.'yi tercih ederek, yani onun yanında ki boş koltuğu tercih ederek yaptım. İnene kadar ve sonrasında ise S.'nin konumu doğrultusuna çevirmedim kafamı. D.'nin yanına oturmamdan 5 dakika geçmişti ki bir hareketlenme sezinledim yanı başımda. D., rock severlerin kafalarını aşağı-yukarı hareketlendirerek yaptığı hareketi, kafasını sağ-sola hareketlendirerek yapıyordu, "ıffff" ve "pufff" nidaları eşliğinde. Sıkılmış canı bir şeye çok belli. Her an patlayabilecek olan bir yanardağ izlenimi veriyordu. Ne zaman patlayacak acaba? diye içimde geçirdim. D. msn'de dikkat çekmek için çevrimdışı olan saniyeler sonra da çevrim içi olan bir sanal dünya kurduydu adeta. Sağ-sol hareketleri devam ederken göz göze geldik. Boş anıma denk geldi benim de. Yoksa denk gelmemek, konuya dahil olamamak adına dümdüz önüme bakıyordum. Kaçış yoktu artık, fırsatçı bir gölcü edasıyla yakaladığı pozisyonu değerlendirecekti. Ben de yine o Zimbabwe'li kaleci durumunda kalacaktım. Tabi bu sefer işler istediğim gibi gitmeyecekti. Anında konuya dalan D. yoldan ve trafikten şikayetçiydi. Ardı ardına sıralıyordu şikayetlerini. Hiç umurumda olmamasına rağmen -mış gibi yaptım. Bir ara uyuyor numarası mı yapsam diye geçirdim içimden. Ya da nefes almak için ara verdiğinde kafamı farklı bir yöne çevirip vücut dilimle ilgilenmiyorum mesajı verecektim. D. anlatırken ben kafamda bunları kuruyordum. D. o kadar doluydu ki arada bir ona, onu dinlediğimi bildiren bir takım işaretler yapıyordum. Kafamı sallıyor, "evet öyle" gibi kalıplar kullanıyordum. Yıllardır süregelen yolculuk tecrübem nedeniyle durağa yaklaştığım hissi vuku buldu bir anda. İşte o dakikadan sonra ellerim terliyor ve stres 'd'oluyorum. Lafını bitirmeden nasıl kalksam planlarına başladım bu sefer. Bir yandan da biter diye ümit ediyordum serzenişleri. "Bin metrobüse kurtul." diyebilsem ne konu uzayacak ne de D. konuşacaktı daha fazla. Ama diyemedim. O kadar üşeniyordum ve korkuyordum ki yeni bir konu açılmasından, sadece sustum ve dinliyor gibi yaptım. "İneceğim" düğmesine basarak bilinçaltına bir mesaj gönderdim D.nin. Ama gönderememişim ya da o anlamazlıktan gelmiş olacak ki ağazını dinlendirmedi. Ani bir hareketle, konunun nerede olduğuna ve ne şekilde ilerlediğine bakmaksızın sahte bir gülücükle "İyi akşamlar!" dedim. İneceğim kapıya yönelirken ardıma bakmadım en iyisini yaptığımı düşünerek. Hadi bu yazıya da bir mesaj yükleyeyim aziz okur: "Hayatta bazı şeylerden kaçış yoktur!" 

11 Haziran 2012 Pazartesi

Gece'den Bir Pasaj

Ben Bilge Karasu'nun bu cümlesiyle yüzlerce satırdan oluşan bir yazı yazabilecekken, onun, benim yazacağım yüzlerce satırı tek bir satırda bu kadar mükemmel anlatmasına karşılık, ellerimi kavuşturur, boynumu büker saygı duyarım.

"Bir anlamda, herkes düşman. Düşmanım. Düşmanımız. Ya da günü gelince düşman olabilir."

4 Haziran 2012 Pazartesi

Onur Mücadelesi!

Söze İstanbul'da yaşamayan aziz okuruma bir açıklama yaparak başlayacağım hatta bu açıklamayı yapmakla kendimi mükellef hissediyorum. Kısa zaman önce yayımlanan Metrobüs reklamı büyük oranla gerçeğin çarptırılmasıyla ortaya çıkmıştır. Gerçeğin bu şekilde maniple edilmesi her ne kadar beni örselemiş olsa da işin aslını siz sevgili okurlarıma aktararak bir nebze olsun içimi rahatlamış olacağım. Reklam şu şekilde gerçeğe dönüşebilir yine az bir ihtimalle. Yazın ortasında (İstanbul azalan nüfus ile bir hayli rahatlar), bol yağışlı bir hava (gezmeyi sevmez inanlar bu havalarda), öğleden sonra 4 sularında bu reklam belki hayat bulabilir.
Ben bugün geçenlerde verdiğim mücadeleyi aktarmaya çalışacağım. Metrobüslerde 1,5 kişilik bir koltuk mevcuttur. Bu koltuğa oturduğunuzda 2 seçeneğiniz vardır. İlk seçenek olarak, cam kenarına oturup hacminin ne kadar küçülebileceği konusunda bir fikir sahibi olunabileceğini anlarsın, ya da koridor kısmında oturarak bir lobun koltuğa temas etmeden oturabildiğini keşfedersin. Burada basit bir matematikte ortaya çıkıyor. İki çapı büyük insan bu koltuğa oturamaz, oturmamalı. O gün boş yer gördüğümde gözüm dönmüş olacak ki kati suretle yapmayacağım bir şey yapıp o koltuğa oturmuştum. Risk, heyecan ve adrenalin.. Bir sonra ki durakta yanıma oturacak olan kolktukdaşım kim olacaktı acaba. İvme kazandıktan 3 dakika sonra bir sonra ki varış yeri olan durağa gelmiştik. Önce duraktakileri süzmüştüm. Ters oturduğum için ön kapı tarafından binen yolcuları görememiştim. Kısmetim o kısımdan gelecekti belli olmuştu artık. Göz göze gelmiştik.. 55-60 yaşlarında bir teyze. Çapı oldukça genişti. O an anlamıştım. Bu uzun bir yolculuğun başlangıcı olacaktı. Teyze bunu ilk hamlesiyle belli etmekten geri durmamıştı zaten. Sağ ayak üst baldırımda ezilmeye bağlı ödem oluşmaya başlamıştı. Baskı dinmiyordu. Teyze'nin amacı da beni bıktırıp yerleştiğim bölgeden uzaklaştırmaktı. Teyze, evlerini işgal eden Deetze'leri kovmaya çalışan ölü(Hayalet) Maitland çifti izlenimi uyandırmıştı bende. (Beetlejuice izlemediysen sevgili okur bu kısmı anlaman birazcık zor olacaktır) Eziliyor, büzülüyor hareketsiz kalıyordum. Ama iş artık farklı bir boyut kazanmıştı. Ayakta yolculuğuma devam edebilirdim. Rica etseydi eğer. Ama hakkını yitirmişti Teyze. Beyaz saçlarına aldanmadan mücadeleye devam etme kararı almıştım. Artık rica etse bile faydası yoktu. Soracağı her soruyu zihnimde tasavvur etmiş, cevabını hazırlamıştım. Avcılar - Şirinevler arası hiç bu kadar uzun sürmemişti. Ufacık çukurlar canıma okur hale gelmişti, çünkü o çukurlar her defasında üzerime çullanacak olan yükün habercisiydi. Pilotların maruz kaldığı basınca, yani G(ci) kuvvetine maruz kalıyordum. Acımıyordu teyze bana her seferinde daha da çok abanıyordu.. Varış noktasına ulaşmadan kalkacaktım, pes edecektim bunun farkına varmıştım ilerleyen zamanda. Ama olabildiğince fazla rahatsız etmek tek arzumdu. Ölürken yanında olabildiğince çok düşman askerini beraberinde götürmeye çalışan bir askerdim o dakikalarda.. Sağ yanımı hissetmemeye başlayıncaya kadar devam eden bu süreçte hunharca hırpalandım. Şirinevlere varmaya 2 durak kala yerimden feragat etmek zorunda bırakılmıştım. Birazdan olacaklar daha da vahimdi. Fiziki ızdırap sona ermişti ermesine ama daha kötüsü manevi olanıydı. Çünkü indiğimde tekrardan göz göze gelecektik biliyordum. Teyze yüzüme bakıp pis pis sırıtacaktı. "Olum bak git dedim dedim inanmadın, bak ne oldu şimdi!". Ama bunu yapmamıştı ya da yapamamıştı. Çünkü kafamı çevirmeyerek tepkimi göstermeyi tercih etmiştim. Yenilmiştim hatta ezilmiştim üstüne üstlük. Bu yazı özünde şunu barındırıyor: "Her zaman kazanamazsın birader."