6 Aralık 2012 Perşembe

Yağmur Mevsimi

Nasıl da bağlanmışım. Hepi topu 3 gün olmuştu oysa ki. 3 gün dediğin nedir ki.. Yatcaz kalkcaz, yatcaz kalkcaz, yatcaz kalkcaz.. Bazen teoride anlamlı ve mantıklı olan pratikte olmaz ya, işte o zamanlardandı benim 3 günüm. Her dakika yanımdaydı, yanımda olması güven veriyordu. Hissediyordum güveni iliklerime kadar bedenimin her köşesinde. Belki de beni ona bağlayan en önemli neden de bu güven duygusuydu. Yağmurda yürümek o varken işkence olmaktan çıkmıştı. Artık yağmur ıslatmıyor, soğuk işlemiyordu bedenime. Sımsıkı ona tutunup karanlık havada sarı sokak lambaları ve yağmurun altında yürümek. Yürümek ve düşünmek.. Benim yağmuru sevmediğim gibi o da rüzgarı sevmiyordu. Narindi, incecikti, incinirdi.. Bide beyazı çok severdi. Saflığı ve temiz olan her şeyi anımsatıyordu ona sanırım. Belki de sadece beyaz olduğu için, nedensiz seviyordu. En çok sevdiğim tarafı, şeffaftı. Hani derler ya içi dışı bir.. Başladıysa bitmeli ya illa ki, bir gün bitecek beraberliğimiz. Ayrı düşeceğiz yine.. Ta ki yağmur mevsimi yeniden başlayıncaya dek..
Gönül isterdi ki bu satırları "Ona" yazayım. Bir kısım okurumun anladığı üzere "O" bir kişi değil, bir şey.. 5 Lira'ya aldığım şemsiyem.. Zor durumda kaldığım için fırsatçı satıcıların birinden aldım onu 3 gün önce. Yağmurun vücuduma teması beni hep rahatsız etmiştir zira. Bu üç günde yanımdan ayırmayınca aramızda bir bağ oluştu. Tıpkı siyah nike tozluklarımla olduğu gibi bir bağ. Çok mu duygu yoksunuyum bilmiyorum ama illaki birine ihtiyaç yoktur çoğu zaman. Bir şey bile mutlu edebilir bazen.. Netice itibariyle insan için olan hiç bir şey sonsuz değildir. Bir gün gelecek ve süregelen bitecek. Ama sonbahar bittiğinde, kış gelecek. Kabanına bağlanacaksın.. Kış bitecek, ilkbahar başlayacak... Arkadaşlıklar, aşklar, yoldaşlıklar, dostluklar biter. Bitebilir, bitme ihtimali vardır. Ama korkma. Bitişler olduğu sürece başlangıçlarda olacaktır. Başlangıçlar olduğu sürece de bitişler. Bunun bilincinde ve farkında olan "ben" bu yüzden size nazaran biraz daha ağrısız sızısız bir yaşam sürüyorum. Sona ağlamak yerine başlangıç için heyecanlanıyorum. Her zaman geçerli olmuyor tabi, reçete değil bu yazdıklarım.. Sonlar, bitişler, ayrılıklar ve ölüm hepsi gerçek, kati. Ama hayat bu olması gereken bir şekilde vuku bulur, kaçış yok, saklanacak bir yer yok..
    

19 Ekim 2012 Cuma

Eksik Bir Şey Var!

İsteyip de yapamadığım, yapmak zorunda olduğum için yaptığım onca "şey" hayatımın parçası, belki de tamamı olmuş vaziyette. Bana özgü bir durum olmadığının bilincinde olarak yazıyorum bu satırlarımı. Bu iki duruma ek olarak: Yapılması gereken ama bunun için elinden bir şeyin gelmediği durumlardan söz edebilirim. Yazının içeriği de 3. durum ile ilgili olacak genel hatlarıyla.
İstersin aslında, sana iyi geleceğini bilerek. Daha iyi hissetmeni sağlayacağını da bilirsin üstüne üstlük. "Yapmalısın!" nidaları hücum eder beyinin her bir hücresine. Her gün duyarsın bu gerçeği, duymaya devam edeceğini de bilirsin ne yazık ki. Hayatın bir parçası, anlamlı bir parçasıdır aslında. "Yapmalısın" ünlemi işe yaramadığında beynin sana oyun oynar, pek de zekice olmayan bir biçimde. Ama güdüler seni inceden inceye. "Yapabilirsin !" der bu defa. Denemeye teşvik eder. Yüreklendirir. Harekete geçirir. Denersin sonra belki, sonunun yine hüsran olacağını bilerek. Sorarsın kendine: " Sonunun hüsran olacağını düşündüğüm için mi hüsranla sonuçlandı? " Bu düşünce dalgasına kapıldığında felsefenin ilk sorusu olan, "evrenin ana maddesi su mu?" diye Thales kadar gidebilirsin. Ya da bir şiir gelir aklına ansızın.. "Hoş geldin kadınım benim hoş geldin" ile başlayan. Böylece ana konudan yani odaktan da uzaklaşmış olursun. Ne var ki insanın kendini kandırması hiç de kolay değil, ne kadar girift ve zekice olsa da plan.
Asıl konuya gelecek olursak, yiyemiyorum. Nane, maydanoz  biber, domates, patlıcan.. Ya aslında şöyle daha kolay olur gibi. Sebze olarak salatalık haricindekiler beni ilgilendirmiyor. İlgi alanıma girmiyor. Sağlığım için tüketmek istesem de olmuyor. Yıllardır sebebini aradım. Bulamadım. Sevmiyorum. İşin içinden çıktım kendimce. Hayatta çoğu şey değişir, bazı şeyler hiç değişmez. Umarım değişir bir gün..

7 Ekim 2012 Pazar

Tutmayın Tibetli Spaniel'i !

Çoğu zaman aynı güzergahı kullanırım işe giderken.. Her sabah bir önceki sabahın aynısı olan tablolar var güzergahımda. Metrobüs çıkışı solda bulunan simitçi kardeşimin: "Buyriiun buyriiunn dazee, dazze bunlar" nidaları ilk tabloyu oluşturuyor. 10 dakikalık bir yürüyüş ardından asıl anlatmak istediğim tabloya geliyorum. Tekel bayii önünde oturan tekelin sahibi ve onun çirkin mi çirkin Tibetlisi.. Ben  ona "Küçük Enişte" diyorum. Sebebini takip eden satırlarda okuyacaksınız. Muhitin bekçisi edasıyla kaldırıma uzanışı hiç değişmez. Etrafı kolaçan eden bir hali vardır her daim. Beni gördüğünde bir bakış atar ve kafasını çevirir karşısındakini etkilemeye çalışan bir playboy misali. Tipini beğenmedim, mesajını verir bana her sabah. Ama duygularımız karşılıklı Küçük Enişteyle. Çünkü ben hayatımda bu kadar Çirkin bir köpek görmedim. Yavru olsa sevilmez o derecede çirkin. Evlat olsa sevilmez.
Kendimi görüyorum birazda Küçük Eniştede. Çirkin benim gibi evet ama anlam veremediğiniz bir çekiciliği var. Bende olduğunu nereden mi biliyorum. Başka türlü hiç çekilmem de ondan. Küçük Eniştede çok garip bir sevecenlik ve tatlılık var. Bunu anlatamam belki ama var. 
Bir gün uzaktan gördüm küçük enişteyi. Işıklarda bekliyordum. Bir kükreme sesi duyuyorum. Sesin geldiği yöne baktığımda görüyorum küçük enişteyi. O boydan (çok küçük) o ses nasıl çıkıyor anlam veremiyordum. Ardından sesin muhattabı olduğunu anladığım köpeğe bakıyorum. Gördüğüm bir Dobermandı. Küçük Eniştenin yaklaşık olarak 5 katı büyüklüğünde. Aklıma hemen rahmetli Kemal Sunal'ın unutulmaz "Tutmayın Küçük Enişteyi !" repliği geliyor. Ama bıraksa Tekelci amca salıverse küçük enişteyi öldürecek koskoca dobermanı. Zor zapt ediyor küçük enişteyi. Ben böyle atar görmedim. Sempatim ondandır belki bilmiyorum. Doberman gelince, görmüyor bile küçük enişteyi. Ona da bozulmuş olabilir küçük enişte. Sonradan öğreniyorum ki tibetli spanieller korumacı bir yapıya sahiplermiş. Çok ironik. 1.30 boyundaki bir basketbolcunun pota altı oyuncusu olması gibi bir durum. Cesareti ile herkese örnek olacak bir hayvan olan tibetli küçük enişte sevgimi, saygımı kazanmış durumda tartışmasız.
Yoluma devam ettiğimde her zaman gördüğüm, görmeye alışık olduğu teyzeyi ve onun Çin Aslanını görüyorum. O da çok naif herhalde ki mahallenin kedileri etrafında dolaşıyor ve onunla dalga geçiyorlar. Kediler "hadi hadi gelsene hee"  diyen atarlı ergen, Çin aslanı ise "Olum bak git!" diyen çöpçü rolünde. 
Mesaj vermeden yazıyı bitirmek olmaz tabi. Yanına kedi geldiğinde garip sesler çıkaran arkadaşlarıma bu mesajım. Kedi sana ne yapabilir? Bunu bir düşün. Sadece düşün.     
    

17 Ağustos 2012 Cuma

Giden Ardından

Bir halısaha müsabakası ardından yazıyorum bu satırları. Aklınıza "ne alaka?" gibi bir soru gelmesi muhtemel, absürt bir yazı okumanız daha muhtemel. Karşılaşmaya başlamadan önceki hazırlık döneminde, gündelik kıyafetlerden sıyrılıp forma giyme anı bu dönem, başıma gelen bir durumdan söz etmek istiyorum. Bu kısma kadar okuyan bir kısım okurlarımın bu andan itibaren okumayı bırakabilme ihtimalinin çok yüksek olmasına karşın yolumdan dönmeyeceğim.Forma ve şort kısmını zorlanmadan geçmem ne kadar olağan bir durumsa, tozluk (uzun çorap) kısmında 750 gr. vermem ve kan ter içinde kalmam bir o kadar olağandışı bir durum oluşturuyor olsa gerek. Ama sorun bende değil onda, bunu çok net söyleyebilirim. Baldır kısmına denk gelen bölüm oldukça genişti oysaki.. Lakin bilek kısmının darlığı, Pers birliklerini yerle bir eden 300 spartalının savunmasını gerçekleştirdiği o dar boğaz gibi. Nitekim 300 spartalı adamın milyonluk pers ordusuna karşı dimdik duruşunu büyük bir kısmımız biliyoruz. Yok olmuyor, zorluyor ama ayağımı o bölümden içeri sokamıyorum. "Tozluksuz çık." ibaresini kullanmayın çünkü nasıl; Tom Jerry'siz olmuyorsa, Edi Büdüsüz olmuyorsa, Galatasaraysız Fenerbahçe olmuyorsa, Andy Cole'suz Dwight Yorke olmuyorsa, simitsiz çayın tadı yoksa, mısır ekmeği olmadan hamsi öksüzse Tozluksuz kramponda aynıdır, aynı hissiyatı verir. Pes etmedim ve sonunda başardım. (Bu bir toplumsal mesajdır.) Gel gelelim asıl konuya.. Asıl tozluklarım, yani siyah nayklarım bir süre önce apansızın kayıplara karıştı. Önemsemedim önceleri. Taki bugüne dek. Onu aradı gözlerim. Ayaklarım onunla olmanın sıcaklığı özlemişti. Rahatlığına hasret kalmıştı. Bu dertler sinsilesiyle çıktığım maçta yine de başarılı sayılabilecek bir performans sergiledim. Hep aklımdaydı siyah nayklarım. Her ayağıma basılışında, tekme atışımda.. Onsuz tadı yoktu hiç bir aksiyonun. Maç bitti ve eve geldim. Sevgilisine şiir yazan bir ergen edasıyla şu dizeler döküldü kalemimden;


Bir Ağıt

Yoksun ya şimdi ayaklarım üşüyor bedenimle,
Kramponlarım da vuruyor düşüne,
Virane oldum, heder oldum peşinde,
Bilmiyorsun üşüyorum, haberin yok ölüyorum. 

23 Haziran 2012 Cumartesi

Mış gibi

Yoğun geçen günün ardından üzerime çökmüş olan ağırlık ile yazıyorum bu satırları. Evim ile çalıştığım yer arasında ki mesafe, "İstanbul Delisi" unvanını elime geçirmeme neden olmuştu. 1 haftada yaptığım yol bir uzun yol şoförünün 1 seferde yaptığı kadar neredeyse(Rize-İstanbul arası kadar). İlk etap yolculuğum sona erdiğinde aktarma yapmak üzere diğer vasıtayı beklemeye koyuldum. 10 dakikalık bekleme sonrasında, bu beklemeyi insan yığını içinde gerçekleştirmiştim, beni evime ulaştıracak olan araç gelmişti. Ön ve arka olmak üzere iki kapıya sahip olan çok oturgaçlı götürgece ön kapısından binmiştim. Koridordaki boşluktan(!) faydalanarak arkaya doğru hareket ettim. Bu mavi araca bindiğimde hep aynı his uyanıyor benliğimde; Sanctum filminde ki daracık mağaraya giren ekibin içendeymişim gibi ya da mağaracılık sporuna gönül vermiş olan Trevanian yarattığı müthiş karakter Nicholai Hel gibi hissediyorum. Nicholai'nin yanına gelemem yeteneklerimiz baz alındığında ama bir ortak noktamız var, daracık bir alanda hayat mücadelesi veriyor olmamızdan ibaret o ortak nokta. Şüpheli bir birey peşinden insan yığını yarıp geçen bir güvenlik gücü gibiyim o anlarda.. Ben yığını aşıp arka kısıma yaklaşmışken iki koltuk aynı anda boşaldı. İspanya milli takımına duran top organizasyonu dışında gol atmayı başarmış Zimbabwe'li bir kaleci gibi şaşkın, şaşkınlığı anında üzerinden atarak deli gibi sevinen ama bunu içinden yapan, o kadar içinden yapan ki ifadesizlik yüzünün her bir kasına işlemiş, bir kaleciydim. Cam kenarları dolu, paralel olarak konumlandırılmış koltuklara baktığımda karşıma iki seçenek çıkmıştı. Gün içerisinde yapmış olduğumuz onlarca seçimden hiçbir farkı yoktu görünürde. Fark yoktu ibaresi olması gerekendi oysa ki. Tasavvur ettiğim buydu en azından. Bir tarafta elinde cep telefonu ile çok yoğunum, cool'um ayrıca ifadesi veren bir sarışın, diğer tarafta ise hayatla alacağı vereceği kalmamış kır saçlı bir dayı. İkisiyle de göz göze geldim sırasıyla. Sarışın kız, ki biz ona S. diyeceğiz bundan böyle, bakışını attı, asli görevini yerine getirmiş gibi, ve telefonu ile olan samimiyetine geri döndü. Dayı ise, ona ise D. diyeceğiz, daha uzun baktı. Sonra anlayacaktım ki bu bir "otursa iyiyidi" bakışıydı. S.'ye tekrar baktım ve egosunu tatmin edecek en ufak bir hareket yapmamak için dikkatli davrandım. Rastgele yapacağım bir hareket egosunu okşamasın diye temkinliydim. İlk hamleyi de onu değil D.'yi tercih ederek, yani onun yanında ki boş koltuğu tercih ederek yaptım. İnene kadar ve sonrasında ise S.'nin konumu doğrultusuna çevirmedim kafamı. D.'nin yanına oturmamdan 5 dakika geçmişti ki bir hareketlenme sezinledim yanı başımda. D., rock severlerin kafalarını aşağı-yukarı hareketlendirerek yaptığı hareketi, kafasını sağ-sola hareketlendirerek yapıyordu, "ıffff" ve "pufff" nidaları eşliğinde. Sıkılmış canı bir şeye çok belli. Her an patlayabilecek olan bir yanardağ izlenimi veriyordu. Ne zaman patlayacak acaba? diye içimde geçirdim. D. msn'de dikkat çekmek için çevrimdışı olan saniyeler sonra da çevrim içi olan bir sanal dünya kurduydu adeta. Sağ-sol hareketleri devam ederken göz göze geldik. Boş anıma denk geldi benim de. Yoksa denk gelmemek, konuya dahil olamamak adına dümdüz önüme bakıyordum. Kaçış yoktu artık, fırsatçı bir gölcü edasıyla yakaladığı pozisyonu değerlendirecekti. Ben de yine o Zimbabwe'li kaleci durumunda kalacaktım. Tabi bu sefer işler istediğim gibi gitmeyecekti. Anında konuya dalan D. yoldan ve trafikten şikayetçiydi. Ardı ardına sıralıyordu şikayetlerini. Hiç umurumda olmamasına rağmen -mış gibi yaptım. Bir ara uyuyor numarası mı yapsam diye geçirdim içimden. Ya da nefes almak için ara verdiğinde kafamı farklı bir yöne çevirip vücut dilimle ilgilenmiyorum mesajı verecektim. D. anlatırken ben kafamda bunları kuruyordum. D. o kadar doluydu ki arada bir ona, onu dinlediğimi bildiren bir takım işaretler yapıyordum. Kafamı sallıyor, "evet öyle" gibi kalıplar kullanıyordum. Yıllardır süregelen yolculuk tecrübem nedeniyle durağa yaklaştığım hissi vuku buldu bir anda. İşte o dakikadan sonra ellerim terliyor ve stres 'd'oluyorum. Lafını bitirmeden nasıl kalksam planlarına başladım bu sefer. Bir yandan da biter diye ümit ediyordum serzenişleri. "Bin metrobüse kurtul." diyebilsem ne konu uzayacak ne de D. konuşacaktı daha fazla. Ama diyemedim. O kadar üşeniyordum ve korkuyordum ki yeni bir konu açılmasından, sadece sustum ve dinliyor gibi yaptım. "İneceğim" düğmesine basarak bilinçaltına bir mesaj gönderdim D.nin. Ama gönderememişim ya da o anlamazlıktan gelmiş olacak ki ağazını dinlendirmedi. Ani bir hareketle, konunun nerede olduğuna ve ne şekilde ilerlediğine bakmaksızın sahte bir gülücükle "İyi akşamlar!" dedim. İneceğim kapıya yönelirken ardıma bakmadım en iyisini yaptığımı düşünerek. Hadi bu yazıya da bir mesaj yükleyeyim aziz okur: "Hayatta bazı şeylerden kaçış yoktur!" 

11 Haziran 2012 Pazartesi

Gece'den Bir Pasaj

Ben Bilge Karasu'nun bu cümlesiyle yüzlerce satırdan oluşan bir yazı yazabilecekken, onun, benim yazacağım yüzlerce satırı tek bir satırda bu kadar mükemmel anlatmasına karşılık, ellerimi kavuşturur, boynumu büker saygı duyarım.

"Bir anlamda, herkes düşman. Düşmanım. Düşmanımız. Ya da günü gelince düşman olabilir."

4 Haziran 2012 Pazartesi

Onur Mücadelesi!

Söze İstanbul'da yaşamayan aziz okuruma bir açıklama yaparak başlayacağım hatta bu açıklamayı yapmakla kendimi mükellef hissediyorum. Kısa zaman önce yayımlanan Metrobüs reklamı büyük oranla gerçeğin çarptırılmasıyla ortaya çıkmıştır. Gerçeğin bu şekilde maniple edilmesi her ne kadar beni örselemiş olsa da işin aslını siz sevgili okurlarıma aktararak bir nebze olsun içimi rahatlamış olacağım. Reklam şu şekilde gerçeğe dönüşebilir yine az bir ihtimalle. Yazın ortasında (İstanbul azalan nüfus ile bir hayli rahatlar), bol yağışlı bir hava (gezmeyi sevmez inanlar bu havalarda), öğleden sonra 4 sularında bu reklam belki hayat bulabilir.
Ben bugün geçenlerde verdiğim mücadeleyi aktarmaya çalışacağım. Metrobüslerde 1,5 kişilik bir koltuk mevcuttur. Bu koltuğa oturduğunuzda 2 seçeneğiniz vardır. İlk seçenek olarak, cam kenarına oturup hacminin ne kadar küçülebileceği konusunda bir fikir sahibi olunabileceğini anlarsın, ya da koridor kısmında oturarak bir lobun koltuğa temas etmeden oturabildiğini keşfedersin. Burada basit bir matematikte ortaya çıkıyor. İki çapı büyük insan bu koltuğa oturamaz, oturmamalı. O gün boş yer gördüğümde gözüm dönmüş olacak ki kati suretle yapmayacağım bir şey yapıp o koltuğa oturmuştum. Risk, heyecan ve adrenalin.. Bir sonra ki durakta yanıma oturacak olan kolktukdaşım kim olacaktı acaba. İvme kazandıktan 3 dakika sonra bir sonra ki varış yeri olan durağa gelmiştik. Önce duraktakileri süzmüştüm. Ters oturduğum için ön kapı tarafından binen yolcuları görememiştim. Kısmetim o kısımdan gelecekti belli olmuştu artık. Göz göze gelmiştik.. 55-60 yaşlarında bir teyze. Çapı oldukça genişti. O an anlamıştım. Bu uzun bir yolculuğun başlangıcı olacaktı. Teyze bunu ilk hamlesiyle belli etmekten geri durmamıştı zaten. Sağ ayak üst baldırımda ezilmeye bağlı ödem oluşmaya başlamıştı. Baskı dinmiyordu. Teyze'nin amacı da beni bıktırıp yerleştiğim bölgeden uzaklaştırmaktı. Teyze, evlerini işgal eden Deetze'leri kovmaya çalışan ölü(Hayalet) Maitland çifti izlenimi uyandırmıştı bende. (Beetlejuice izlemediysen sevgili okur bu kısmı anlaman birazcık zor olacaktır) Eziliyor, büzülüyor hareketsiz kalıyordum. Ama iş artık farklı bir boyut kazanmıştı. Ayakta yolculuğuma devam edebilirdim. Rica etseydi eğer. Ama hakkını yitirmişti Teyze. Beyaz saçlarına aldanmadan mücadeleye devam etme kararı almıştım. Artık rica etse bile faydası yoktu. Soracağı her soruyu zihnimde tasavvur etmiş, cevabını hazırlamıştım. Avcılar - Şirinevler arası hiç bu kadar uzun sürmemişti. Ufacık çukurlar canıma okur hale gelmişti, çünkü o çukurlar her defasında üzerime çullanacak olan yükün habercisiydi. Pilotların maruz kaldığı basınca, yani G(ci) kuvvetine maruz kalıyordum. Acımıyordu teyze bana her seferinde daha da çok abanıyordu.. Varış noktasına ulaşmadan kalkacaktım, pes edecektim bunun farkına varmıştım ilerleyen zamanda. Ama olabildiğince fazla rahatsız etmek tek arzumdu. Ölürken yanında olabildiğince çok düşman askerini beraberinde götürmeye çalışan bir askerdim o dakikalarda.. Sağ yanımı hissetmemeye başlayıncaya kadar devam eden bu süreçte hunharca hırpalandım. Şirinevlere varmaya 2 durak kala yerimden feragat etmek zorunda bırakılmıştım. Birazdan olacaklar daha da vahimdi. Fiziki ızdırap sona ermişti ermesine ama daha kötüsü manevi olanıydı. Çünkü indiğimde tekrardan göz göze gelecektik biliyordum. Teyze yüzüme bakıp pis pis sırıtacaktı. "Olum bak git dedim dedim inanmadın, bak ne oldu şimdi!". Ama bunu yapmamıştı ya da yapamamıştı. Çünkü kafamı çevirmeyerek tepkimi göstermeyi tercih etmiştim. Yenilmiştim hatta ezilmiştim üstüne üstlük. Bu yazı özünde şunu barındırıyor: "Her zaman kazanamazsın birader."    

25 Mayıs 2012 Cuma

Benden Daha İyilerine Layıksın Burak Market!

İhanet etmek nedir, nasıl bir duygu oluşturur benliğinde insanın onu anlayabildim bugün bir vesile ile. Nedense bu tarz olayları hep akşamları eve geliş yolunda yaşıyor ve siz sevgili okura aktarıyorum. Gereksiz bir detay olsa da söylemeden geçemedim.
Evi aradım. Ekmek al gelirken dedi sevgili kız kardeşim. Konuşma esnasında fırının yanından geçiyordum. Hemen girip aldım ekmeği ve yoluma devam ettim. Eve doğru yaklaştıkça içimde bir sıkıntı belirmeye başlamıştı. Çünkü evimin altında her zaman alışveriş yaptığım Burak Market ve onun sahibi Muhammer Abi vardı. Market dediğime bakmayın, mahalle bakkalı bildiğin. Neden market olarak adlandırmış bilemedim. Halbuki bakkal  olmak bana göre bir ayrıcalıktır. Çünkü günün birinde bir Erdal Bakkal olma gibi bir şansınız var. Hatta Burak Market'in Erdal Bakkaldan iki eksiği var. Döner ve çay. Ama kapısında filede top var, beni her zaman cezbeden bir durumdur. Çünkü o toplar çocukluktur, mahalle maçlarıdır. O top seninse en yeteneksiz sen olsan dahi maçtaki yerin garantidir. Sana sert davranamaz, kızamaz ve küfür edemez hiçbir birey. Çünkü top yoksa maçta yoktur. Top seninse sahanın efendisi sensin ötesi yok.
Muhammer abi ile iletişimim hep çok iyi olmuştur. Yeri geldiğinde para üstünü almamışlığım, yeri geldiğinde deftere yazdırmışlığım vardır. Samimiyetimiz bunun da ötesindeydi ve ben ekmeği fırından almıştım. Kalbim sıkışmıştı ve ter boşanmaya başladı şakaklarımdan aşağıya doğru.. Nasıl geçecektim marketin önünden, elimde çuval gibi bir poşetle.. Fırıncı da aramızı bozmak istercesine Muhammer abinin gözüne sokmak için ekmeği poşete değil çuvala koymuştu adeta. Belki dükkanda değildir, kardeşi oradadır diye içimden geçirdim, iyimserlik timsaliydim, polyannaydım. Ama gerçekçi değildim ne yazık ki. Çünkü o hep oradadır. Çoğu zaman dükkanın kapısındadır üstüne üstlük. Hadi orada olmasa içeride öyle bir konumda oturur ki  sokağın tamamına hakim neredeyse.. Kaçacak hiç bir yerim yoktu bunun farkına varmıştım artık.  
Ona, fırının ekmeğinin daha iyi olduğunu nasıl söylerdim. Daha kaliteli ve lezzetli olması da cabası. Sen daha iyilerine layıksın deyip ona fırınla alışveriş yapmak istediğimi, sorun sende değil bende demek istediğimi söylemek bu kadar zor muydu? Fırında pişirilen ekmek daha steril ortamda saklanıyor, artık seni istemiyorum. Uzun yıllardır beraberiz ama artık ben yapamıyorum, bunaldımdı dilimin ucunda ki sözcükler. Hataydı ilişkimiz, ayrı dünyaların insanlarıyız devamıydı acı dolu sözlerimin. Gözlerimin içine bak ve tekrar et demesinden korkuyordum. Nasıl söylerdim tüm bunları. Halbuki söyleyenler ne kadar da kolay söylüyor karşısındaki insana.
Bakkalın önüne geldim yavaş adımlarımla.. Boşuna aklımdan geçirdiğim onca şeyi düşünerek bir tebessümü kondurdum yüzüme. Az geride duraksayarak ekmeği bilgisayar çantama koydum, ilerledim ve marketin önüne geldim, selamımı çaktım ve eve çıktım. O kadar düşünmeye gerek yok her şeyin çözümü var. Ama ihanet ettiğim gerçeği değişmeyecek bu itirafımla.

18 Mayıs 2012 Cuma

Pazar Yeri

Alışveriş için BİM'e doğru yöneltmiştim adımlarımı. Seçeneklerimden bir tanesi, doğruca hedefe gitmekti ama yapamadım. Çünkü bir alt sokakta Pazar kurulmuştu. Gitmemek uğruna hasta numaraları yaptığım, annemle  tartışmalar yaşadığım, kardeşimi harcadığım alana şimdi kendi isteğimle gitmeye karar vermiştim. Amacım neydi, beni oraya yönelten his neydi tam bilemiyordum. Sırf bir şeyler yakalayıp yeni bir yazı yazmam için ilham vermesi de yeterliydi aslına bakılırsa.. Ama kafamda ki tek düşünce o değildi. Yine mi çocukluk özlemim depreşmişti. Bu sorunun cevabını biliyorum, emin olmamış gibi yaptığıma bakmayın aziz okur. Cevap basit, Nostaljiyi hep sevmişimdir.
Pazarın girişi önünde bir kaç saniye durakladım ve çevreme baktım iyice. Ne aradığını bilmeyen bir dedektif gibiydim. Bu yüzden her yeri didik didik etmem gerektiği hissi çökmüştü üzerime. İlerlemeye devam ettim. Kafamın içinde peydah olan soruları bir kenara bıraktım. Girip biraz gezinecek, biraz gözlem yapacak ve uzaklaşacaktım pazar aleminden. Charlie'nin çikolata fabrikasına giren bir çocuk rolüne büründüm kısa bir an için. Seçme hakkımın olmadığı zamanlara döndüm. Kıyafetlerimi annem alır, ayakkabılarımla birlikte. Annemin peşine takılır, kıyasıya pazarlığa şahit olurdum. Bu anlar film kareleri şeklinde bir bir gözümün önünde belirdi. Sebzeyi meyveyi seçmek için ikna çabasını kullanan annem oldukça başarılı bir performans sergilerdi. "O zaman almıyorum" taktiği nedense çoğu zaman işe yarardı. İstiklal caddesin'den sonra en fazla sirkülasyonun olduğu yerlerdir pazarlar. Birilerine çarpmadan gezmek mümkün değil. Cüsse de genişleyince çarpışmalar kaçınılmaz oluyor. Deli gibi bağıran satıcı abileri stadyumda ki amigolar ile aynı kişiler, bunun üzerine bahse girebilirim o an. Sağımda beş çizgi adidaslar, solumda nipe ayakkabılar. Envai çeşit malzeme var dört bir yanımda. Göz gezdirmeye devam ediyorum. Pazarlık yapan teyzeye takılıyor gözlerim her yerde. "Annemin yanına gelemez." ifadesini söylüyorum içimden haklı olarak. Küçüklüğümden pasajlar görüyorum. Annesinin aldığı ayakkabıya "ama yaaa" şeklinde karşı çıkma çabasına giren bir çocuk ilişiyor gözüme. "Boşuna direnme delikanlı" diyorum pis bir sırıtış ekleyerek surat ifademe. Gökyüzü ve benliğim arasına girmiş olan çadıra doğru çeviriyorum gözlerimi. Güneş ışınlarına mani olan çadır içeriye sarı bir ışık yaymıştı.  Çok severim sarı ışığı ayrı konu.. Adımlarımı sıklaştırıyorum çıkışa doğru. Beni bu mecradan bu denli uzaklaştıran hissin ne olduğunu bilmiyorum. Bilinçaltında varsa demek ki bir şeyler.. Çocukluğuma olan özlemim ve nostalji yaşama dürtüm bu zaman zarfı içerisinde yerini büyümüş olmanın, seçimlerimi kendim yapıyor olmamın sevincine bırakmıştı. Karar verebilsek ya artık; çocuk mu kalmak, büyümüş mü olmak..      

30 Nisan 2012 Pazartesi

Kılavuz'dan bir Pasaj

"Bir de pattadak çıkagelenler vardır, senden istediğini senin rızanla alan, seni kendine bağlamsını başaranlar vardır.. Günün birinde geldikleri gibi giderler. Ya alacaklarını aldıkları, bu da kendilerine yettiği için.. Tabii, bu durumda, ilk öbektekiler gibi davranmış olurlar: Yağma bitmiştir... Ya da sen onlara, kabul etmek istemedikleri bir ölçüde bağlandığın için. Yani 'başkası yağmalanır ama ben, başkasının kullanabileceği bir toprak değilim' türünden bir tutum... Senden uzaklaşırken senin ne düşündüğünü hiç merak etmezler..."  
                                     
                                  Bilge KARASU - KILAVUZ
                              
                                                                                           

17 Nisan 2012 Salı

Heyecan Arayışı

Saat 23.40 sularıydı, eve doğru gidiyordum. Otobüsten inmiş yavaşça eve doğru yaklaşırken içimde bir his belirdi. Duygusuzum, ruhsuzum diye haykıran birine seni seviyorum demek gibi manasız ve saçma bir işe kalkışmak üzereydim. Tüm olasılıkları hesaplamakla başlıyorum işe..
3 önergen ya da ergen ne olduklarını tam kestiremesem de ne olmadıklarını biliyorum: "Gelişimini tamamlamış sağlıklı birer yetişkin" oturuyor kaldırımda. Sesleri, gece yarısını yarıp semaya ulaşıyordu ya da ben öyle hissediyordum. O kadar eğleniyorlardı ki amiyane tabirle "ayar oldum". Ama kamçılamıştı bu hareketleri beni garip bir şekilde. (Tütün veya alkol içeren herhangi bir madde kullanmadım, kullanmam.). Sarı ışıklar altında  gençler aralarında şakalaşıyorlar, oynaşıyorlar...(Devlet Bahçeli klasiğini canlandırın aklınızda onu söylüyorum içimden). Yavaş yavaş atıyorum adımlarımı. Ve aklımda vuku bulan olayları hayata geçirmeye karar veriyorum. Kaşlarımı çatıyor, "tip tip" bakıyorum sesin geldiği yöne. Beni fark etmelerini bekliyorum. Biraz zaman geçiyor. İstediğimi elde ediyor ve dikkatlerini üzerime çekmeyi başarıyorum. Annemden cornette parası almak için dakikalarca merdivende bekleyen ve istediğini alan(50.000Lira) Uğur'um o an. İstediğini elde etmenin haklı mutluluğunu yaşıyorum. Artık kalbim daha hızlı atıyor ve hafiften terliyorum. Doğru mu yanlış mı bilmiyorum ama hani şöyle bir durum vardır ya, köpeğe ondan korktuğunu belli etmeyeceksin yoksa üstüne gelir, bu cümleyi doğrular en ufak bir tecrübem olmadı o güne dek. Tırsıyorum da üstüne üstelik. Şerlok Holms'un dövüşmeden önce oynadığı oyunu oynuyorum kafamda ve kurduğum senaryoların hiçbirinde alt edemiyorum elemanları. Ufak tefek olanı her defasında harcıyorum ama diğer ikisi maf ediyorum beni oracıkta. O kadar abartıyorum ki 3. sayfa haberi başkahramanı oluyorum. Tabi ki maktul olarak. Ufak kara kuru olanı yere serip kaçarım düşüncesi, sırtımda ki 3 buçuk kiloluk çantanın varlığını hatırlamam ile uzaklaşıyor düşüncelerimden. Hadi bilgisayarı falan geçtim, cüzdanım içinde. Başka bir yol bulmaya çalışıyorum, benim için hayat memat meselesi haline gelen öss sınavında bu kadar yormadım kafayı inan. Her neyse, vurup dükkana girmek geliyor aklıma ama açık herhangi bir yer göremiyorum. İlerde Tekel bayii var ama oldukça uzak, gözüm kesmiyor. 100 metreyi 9.67 ile koşabileceğime inandırıyorum kendime bir ara sırf ufak tefek olana bir darbe indirebilmek için. İşin ilginç tarafı içimde en ufak bir şiddet dürtüsünün olmaması. Renk katmak istiyorum durağan olarak ilerleyen hayatıma sadece. Bu kadar çok şeyi kısacık bir zaman dilimine sığdırmış olabilmeme şaşırıyor ve geri adım atmaya karar veriyorum, bazı düşüncelerden koşarak uzaklaşmak gerekir, bunun bilincinde olan bir birey olarak olaya karşı tutum geliştiriyorum. Burnumu da  düşünüyor ve vazgeçiyorum. Ailesi için pis işlere kalkışmayan bir aile babasıyım o dakikalarda. Nedendir bilmiyorum, bir türlü tek yapmam gerekenin kafamı farklı bir doğrultuda hareket ettirmek olduğunu düşünemiyorum. Mazlum olmaya karar veriyorum.
Çizmeli kedinin meşhur bakışı beliriyor ufacık gözlerimde. Büyümüyor gözlerim ama büyümüş gibi hissediyorum. Bir daha arkasına bakmamak üzere dönüp giden bir sevgili havası verdim sahneye. Ama bakıyorum ardıma arada bir. Tedingirlik hissi iliklerime işlemiş vaziyette. Ama hak ettim bunu. Yazılarımda mesaj vermek huyum değildir, ama bunda vereceğim. Normalde senin keşfetmen lazım bu mesajı aziz okur. Ama tembel insanlarız vesselam.
Anlık hislere kapılıp olur olmaz işlere kalkışmayın. Ya da kalkışın heyecan olsun..    

28 Mart 2012 Çarşamba

Çocuk Olmak

Büyük bir günmüş meğer bugün. Dersten sonra arkadaşlarımla beraber otururken cafenin en köşesinde oyun oynamaya karar verdik. Vampir-köylü oyunun adı. Güzel oyun. Gel gör ki sivri adamları barındırmıyor millet böyle oyunlarda. Sussam kesin vampir, konuşsam tam vampir. Yukarı tükürüyorum bıyık, aşağı tükürüyorum yine bıyık! Vampir olmayıp ilk turu atlatsam bile, gece kesin öldürür vampir tayfası beni (Vampirler geceleri bir kişiyi öldürebiliyor). Şerlok Holms havası verdiğimden midir nedir bilemiyorum. Genel kanı şu şekilde onu çözdüm: "Uğur tehlikeli adam, ölsün!". Velhasıl kelam öldüm birçok kez. Konu bu değil, içimde yaradır anlatmak istedim. Okuldan çıkıp yollara düştüm. 1 saat 10 dakikalık maceram başlamıştı(!). Otobüste uyuya kalmasam kesin macera olacaktı. İstemsiz olarak kapanan göz kapaklarıma söz geçiremedim. Bir olay olur da bensiz eğlenirler veya bensiz macera yaşarlar diye içim içimi yiyordu. -Uyumamalıyım!! Diğer taraftan yanımda oturan adam bana tekinsiz görünmüş olacak ki elim cebimde uyumuşum. Cebimde cüzdanım var. Cüzdanım olmadan Jason Bourne'um ben yetenekleri çok çok kısıtlı olan. Dizüstü bilgisayarım da dizlerimde, Mecnun'un Hakkı dayısı gibi boylu boyunca uzanıyor halde duruyor. Konuşmaya başlasa dertleşecek durumdayım. O da ses etmeyince uyumak kaçınılmaz olmuştu. Uyur haldeyim. Bu sefer de durağı kaçıracağım endişesi hakim tüm benliğimde. Kabuslarımın hepsi durağı kaçırmak ile ilgili oluyor bu dakikadan sonra. Otobüs durağı kaçırdığında, sonsuz döngüye giriyor. Break tuşu olmayan bir bilgisayarda iç içe "For" döngüsünde hata oluşmuş gibi. Uyuyor - uyanıyor işkenceye maruz bırakıyorum kendimi. Son uyanışımda yanımda ki arkadaşın, dayıya dönüştüğünü fark ediyorum. Hangi ara inilmiş binilmiş ve ben hissetmemişim. Hemen cüzdana bakıyorum ve yüzümde gereksiz bir sırıtış peydah oluyor. Misketlerini, kendinden yaşça büyük olan mahallesinin abisine kaptırmayan bir çocuğum o an. Uzun sürmüyor tabi o ruh hali. Tutamaçtaki kırmızı düğmeye basıyor ve inmek istediğimi şoföre iletiyorum kelimelerimi sarf etmeden. İniyorum çok oturgaçlı götürgeçten. 5 dakika daha yolum kalmıştı artık. Yürürken; yatağımı, yorganımı, battaniyemi ve yastığımı gezindiriyorum düşüncelerimde. Battaniyem, o an tüm sevgim ile kutsanmayı hak ediyor. Ama bilmiyor, bazı ilişkilerde olduğu gibi işim onunla bittiğinde onu bir kenara atacağımı.

Ellerim cebimde yürümeye devam ediyorum. Yuvarlana yuvarlana yaklaşıyor bir cisim. İrkiliyorum hafiften. Gözlerim açılıyor ve canlanıyorum az da olsa. Gelen bir futbol topu. Bir erkeğe can vermek için harikulade bir cisim. Topu kontrol ediyor ve seslenen çocuklara bakıyorum. "Abi topu atsana" diyor, sarışın kısa çok kısa boylu ve sıska olan çocuk. Bu çocuğun ilerleyen zamanda kaleci olduğunu anlayacaktım. Kaleci iki taş arasındaki dar mesafe koruyan tek kişilik bir ordu gibi, 300 spartalının tek vücutta toplanmış hali. (Topu geri attıktan sonra gözlemleme fırsatı buluyorum). Kral Leonidas'ı arayan gözlerim uzun süre bakınmaya gerek duymuyor. Ahanda bu çocuk. Yönlendiriyor toplamda 2 kişi olan takımını. Çok kısa süre de gerçekleşen bu olayların sonu, topun cama gelmesi ile son buluyor. Leonidas, kaçacak yer arıyor kendine. Takımını da arkasında bırakıyor. Bir gün önce oynadığım Medieval Total War'da cihat çağrısı sonucunda topladığım askerlerin firar etmesi geliyor aklıma anında. Bitiyor o saniye çocuk gözümde. Sahne bittikten sonra küçüklüğüm canlanıyor ve film şeridi şeklinde geçiyor gözlerimin önünden. Hangi ara topu atan adam oldum sorusu diğer tüm düşüncelerime baskın çıkıyor kısa bir süreliğine. "Vaayy anasını" diyor ve yoluma devam ediyorum. Yapacak başka bir şey de yok herhalde.
Hayat kısa, sevmek-sevilmek düşündürücü, okumak-yazmak güzel, erken kalkmak ifrit, kaçmak kolay, susmak mantıklı, oyun oynamak sıkıcı çocuk değilsen eğer..          

11 Mart 2012 Pazar

Öğrencinin İç Çatışması

Bir ses geliyor kulağıma, uykumun en tatlı anı o an. Reddediyor kulağım, inkar ediyor her bir hücrem. "Hayır ses falan yok diyor." içimdeki uyuma aşkıyla yanıp tutuşan isyankar. Bu "ses" yazının tamamını oluşturacak olan telefonumun alarm sesi aynı zamanda Dexter dizisinin soundtrack'ı olan Blood theme'den başkası değil. Çok sevdiğim dizinin soundtrack'ini alarm yaparak nefret duygumu az da olsun bastırmak istemiştim. Duymaktan hoşlandığım ses zaman içinde bana "alarmı" hatırlatacak ve kendisinden soğumama neden olacaktı. Planım ters tepmiş, amacına ulaşamamıştı. Atom bombasını üretmeyi başaran ve elinde patlamasına engel olamayan bir savaş kahramanı ilan etmiştim kendimi. Nereden bakarsan bak olumlu bir işlevi oluşturmayan.
Evet, o ses şimdi kulaklarımda. İnkar safhasını geçmiş bulunuyorum artık. Yenilgiden nefret eden ama sonunda yenilgiyi kabul eden bir "Pes" oyuncusuyum artık (gerçekte öyle değilim belirtmek isterim). Bu aşamadan sonra yapılacak en mantıklı hareket, sesi çıkaran aleti elime almak ve duvara fırlatmak ardından 47.679 parçaya ayrılışını zevkle izlemek ve uyumaya devam etmekti. 20 yıldır gerçekleştiremediğim gibi yine gerçekleştiremiyorum bu hayalimi (bir gün yapacağım). Hayalimi başka bahara saklıyor ve alıyorum elime aleti. İki seçenek ilişiyor tam olarak açılmamış olan gözlerime. Yanan gözlerim, ne olduğunu bildiği iki seçeneği görüyor. Ama beynim farklı bir şey anlamak için ısrarcı. Oyun oynuyor gözlerime, baskı yapıyor. Bu evreyi atlattıktan sonra okuyor ve yorumlayabiliyorum seçenekleri. "Durdur" ve "Ertele". 


"Durdurcu" Joker, "Erteleci" ise Penguin gibi. Bilen bilir, ikisi de mükemmel karakterler olup kötülükleri ile nam salmış kahramanlardır(!). Durum ile ne kadar örtüştüğünü ilerleyen satırlarda anlayacaksınız. Joker, direkt yat uyu görmezden ve duymazdan gel, daha gitmen gereken çok gün olacak o zaman gidersin diyor. Penguin ise, ertele diyor. Nasılsa ertelemekten sıkılacak, bıkacak ve uyumaya devam edeceksin. 5 dakika da bir uyanmanı sağlayarak asli görevim olan işkence kısmını yerine getirmenin haklı mutluluğunu yaşıyorum diyor. Durdur uyu, ertele işkence çek uyu..
Konuyla çok ilintili olmasa da şunu söylemek isterim ki, Jokeri ne kadar seviyorsam Penguini o kadar sevmem. Sevilecek gibi de değil zaten. Neyse konuya dönüyorum.
Bu ikisi bir araya gelse de hiç unutamadıkları "Dayımız" çıkacaktır ortaya. Vicdanımın sesi olan asıl kahraman. Gatım şehrinin koruyucusu dayımız. Kim olduğunu bildiğinizden, dayımız olarak kalacak bu metinde.  
-Git'me'sem mi okula? Gidip ne edeceğim hem. Ya da biraz daha yatayım da kararımı öyle veririm. (Joker - Penguin)
-Geç kalırsın o zaman. (Batman)
Çarpışma başlamıştır artık. Geri dönüşü yok. benim sabah uyanma hikayemi göz önünde tuttuğum için şunu söylemem lazım. Her zaman iyiler kazanmıyor.
-Zamanında gittiğim bir gün yok ki zaten.
-İnsanların iyi niyetlerini neden suistimal ediyorsun. Yakışıyor mu sana ?
İlk darbeyi alan ikili direnmeye devam ediyor.
-Gitmeyeyim o zaman en iyisi.
-Geç kalmış sayılmazsın şimdi kalkarsan yetişirsin.
-Yatak sımsıcak hiç kalkasım yok. Yürü git valla. Hem bu hava da okula mı gidilirmiş? Buz gibi dışarısı buz.
-Kalın giyin.
-Su soğuktur şimdi elimi yüzümü yıkayamam.
-Biraz bekle ısınır.
Bu arada ikili köşeye sıkışmanın verdiği korku ve heyecan ile saçmalamaya başlar.
-Ya suyun ısınmasını beklerken donarak feci şekilde can verirsem. (İkili bile utanmıştır bu cevaptan).
-Bunun olmayacağını çok iyi biliyoruz.
-Ya olursa.
-Uzatma(!) (kendi halime kızarım burada)
-Dış fırçala, saç yap birsürü olaylar olaylar..
-İlk defa yapıyorsun sanki, her sabah yaptığın işler bunlar.
-Tam trafik saati şimdi.
-Henüz değil şimdi kalkarsan trafiğe kalmazsın.
-Paramda yok. Ne yer ne içerim. Aç, sefil, bitap düşerim okul yollarında.
-Kartını kullanırsın.
Bu arada Furkan'dan mesaj gelmiş ya da gelmiş olma ihtimali yüksek olup içeriği giriş kısmı şu şekildedir:
"Ben bugün gelemicem...." gerisini okumam bile çoğu zaman.
-Furkan'da gitmemiş.
-Eee?
-Ben de gitmeyeceğim. (gitmemek için her türlü yola başvuruyorum)
-Çocuk musun olum sen? 
-Ifff, Pıffff. Evet çocukmuşum ben meğersem. (Fırat'a bağlarım. Bu kadar zor durumdaymışım demek ki)
-Tamam kalkma yat uyu. (Kendi kendime ters psikolojiyi uyguluyorum, garip olanı işe yaraması)
-Ne demek tamam.
-Deli gibi uyu işte. Ne kalkacaksın? Kalkıp ne yapacaksın?
-Yok yok benim kalkmam lazım. Uykum da kaçtı hem. Zaten uyu uyu bir hal oldum arkadaş.
Tartışmayı sonlandıran ve devam zorunluluğu olan yüzde 70'i her zaman yerine getirmemi sağlayan dayım, yani sorumluluğum olmuştur.

Bunun birde hafta sonu vakası var. O daha kısa merak etmeyin. 12.00-13.00 sularında uyanır, yatağımın yanında ki kitabımı alır okumaya başlarım. Daha sonra dünyanın en güzel sesi olan Annem'in sesini duyarım: "Emre! Uğur! kalkın sofra hazır." Bu cümleden sonra ki cümlesini sarf etmese mükemmel bir başlangıç olacak güne: "Ekmek alın!". Emre yan oda da duymamazlıktan gelirken ben kendi odamda aynı durumu gerçekleştiririm. Sonucu genel olarak "taş - kağıt - makas" belirler. Rus ruleti oynar misali oynarız oyunu. Ben hep aynısını yaparak makas ile başlar ve kaybederim. İlk tetiği çeken ve mermiyi yerleştiren benimdir. Uyku sersemliği böyle bir şey işte.    


7 Şubat 2012 Salı

Garanti Karantina'dan.. (1.Bölüm)

Şiire karşı tutumum ve bakışım, Jack London'un Martin Eden isimli eserini okuduktan sonra bir hayli değişti. Zevk almaya başladım şiir okumaktan ve onu anlamaya çalışmaktan. Önyargımı yıkıp şiirlere beslediğim bu duyguların oluşmasında önemli bir yer teşkil eden bu esere bana yapmış olduğu katkılarından dolayı teşekkür ediyorum.
Üstüne üstlük bu şiirleri yazan Murat Menteş olunca paylaşmadan edemedim. Şiir yazarken dahi üslubundan vazgeçmeyen Murat Menteş bu yazıyı yazmak ve paylaşmakla beni mükellef kıldı adeta.

Bu yazımda Şiirlerin bölümlerini siz değerli okur ile paylaşacağım.

Nafilenin Nafilesi, her şey Nafile. 


Deplasmanda Plasebo 
Allah'ım kaderimi sen yazdın sen bilirsin
Kalbim oyuncak mı ne, ne kolay kırılıyor?
"Deplasmandır bu dünya" diyor albino şeyhim
Plasebo yutturuyor bana depresif doktor.


Gencebay'ın şarkısında Allah lafzı geçiyordu ve sen
İki kaos finalisti, majör aşka çarpmıştık;
Mikail'in avucunda toz olurken yaz,
derdim: Vicdan azabı depoladım.
Derdin Zülfikar'la harakiri yapılmaz.


Siperde Perende
Kim derki "Gençliğimi israf etmedim"?
Kim ne derse desin, ıslık değil parola çığlık.
Siperden mezara tepemdedir her daim
Yüzbaşı Güz, Albay Ölüm ve General Ayrılık.


Memento Mori
Yetişir mi bize de Hızır Aleyhisselam?
O kadar kıskancım ki hiç gıdıklanmam.


Atom Bohçası
Şarapnel gibi saçılıyor sırlarım.
Hilafetim kasılıp kavruldu saltanatım.
Mukadderat markajından kurtulsam bile
Gönlün ceza sahasında tek başınayım.


Kamikaze Müezzin
Keşke sen de var olsan, ben düşününce.
Bu dünya korkunç fakat öğretici de
Masumiyet kodesinden firar eylesek
Bizim olsa karaya vuran mat gölge.


Aceleci tefecinin ebediyet süsü verdiği anlar
Feshedildi sadakat kontratı,
Evraklara Truva tutkalı sürülüyor;
Hasret stoklamaksa yasak
Heder oldu romantik efor
Bloke edildi şefkat,
Prösedür gereği haşat olarak
Cartayı çekmemiz şart.


Çalıntı arabadan çalınacak şarkı
Bir nevi süblimasyon, hızla değişen imaj:
Frene bassan da çatar o varoluşsal deşarj.
Ey tarihsel gocunma, ey kamusal kamuflaj!


Deterjan ajanlarına şantaj
Diri taklidi yapmak istemiyorum artık.
Kamaşıyor canımın aşka teşne cevheri
İkimiz de kanıyoruz bu dünya da olanlara
Kahve kan ve çimen gezegeni yörüngesinde
Kargalar uçuyor kilitli gagalarıyla:
Ey dakik nöbetçileri aşkın,
Ey benim geçimsiz türkülerim.


Şimdilik bu kadar.. 2.bölümü de çok yakın bir zamanda sizler ile paylaşacağım.



27 Ocak 2012 Cuma

Olasım Var !

Eternal Sunshine of the spotless mind
Filmlerin ve kitapların bir kısmının gerçek olabilmesi ihtimalini göz önünde bulundurarak yazacağım bu yazımı. Güzel hayal aslında, hayal diyorum şimdilik. Zaman ne gösterir bilemiyorum. Konu da o değil zaten.
Oylama yapsak en çok gerçekleşmesi istenen film, senaryosu ve hikayesi ile "Eternal Sunshine of the spotless mind" olacaktır kanımca. Beynimde yer etmesini istemediğim her şeyden öylesine kurtulmak ve sabah uyandığımda hiçbir şey hatırlamamak öylesine cazip gelen bir durum ki.. Filmi izlemiş olanlar bilir ki bu yeterli olmuyor ne yazık ki. Duyguların yok olması beynin konu ile ilgili kısmın yakılması kadar kolay gerçekleştirilen bir olay değil, olması da mümkün değil. Özetle anlatmam gerekirse : "Onu aklından atabildin, peki ya kalbinden?" filmin özetidir bu cümle.
Her ne kadar tam istenen sonuç alınamasa da bu senaryonun gerçek olabilme ihtimali bile güzel bir heyecan dalgası yaşatıyor insana.
Joel Barish olasım var ama bir daha Clementine Kruczynski ile karşılaşmayacak olan..

9
9 filmindeki profesör gıpta ile baktığım diğer bir karakter ve senaryo. Ayrıca izlediğim en iyi animasyondur şiddetle tavsiye ederim. Kısaca bahsedecek olursam. Makine üretebilen bir makine icadı ile dünyanın sonu getirilmiş, daha doğrusu insanlığın sonu getirilmiş senaryoda. Bunun üzerine profesör geliştirdiği bir alet ile ruhunu 9'a böler ve küçük bez bebeklere aktarır. Cesaret, Lider ruh, güçlü, araştıran karakterinin bir bölümleri. Cesur hangisi numaraydı tam hatırlamasam da en çok onun yerinde olmak istediğimi fark ettim. Ya da ruhumun ondan ibaret olmasından. 2 idi sanırım. Yapamadığım ama yapmam gereken şeyler, 20 saniyelik bir cesaret dalgasıyla çözüm bulabilir oysa ki. Tüm diğer parçacıklarını bez bebeklere aktaran ve geriye sadece cesaret duygusu kalan profesör olasım var.

Amelie  
Tanıdık bir sima birçoğumuz için. İzleyip de sevemeyen yoktur herhalde. Filmin müzikleri detaylı bir şekilde bahsetmeyeceğim bile.
Çok değişik bir karakter ve özenilesi. Çaykaşığı ile oynamak, gün ışığında Paris’te yürüyüşe çıkmak, St. Martin’s Kanalı’nda taş sektirmek, yüzeyi hoşuna giden taşları toplamak ve elini pirinç çuvalına sokmak gibi küçük mutluluklara sahip olan Amelie beni her zaman kıskandırmış ve kendisini sevmemi sağlamıştır. Sürekli başkalarının mutluluğu için uğraşan Amelie kendini fazlaca düşünmez ve konuda herhangi bir adım atmaz. 
Küçük şeylerle mutlu olabilen ve biraz da olsa kendi mutluluğunu düşünen Amelie olasım var.  
                 
Into the wild
Christopher Johnson McCandless'ın hayat hikayesi. Çok etkileyici bir yapım kesinlikle. Her şeyi geride bırakıp bilinmeze doğru yol almak, bunu gerçekleştirebilecek kaç kişi mevcut şu dünya üzerinde. Sanırım çok fazla değildir. Filmi değerli kılan en önemli nokta da burası galiba. Bazen yapmak istediğimiz ama fanteziden öteye gitmeyen bir durumu hayata geçiren bu adamın hayatından etkilenmemek elde değil. 
Kafama eseni yapmak, yeni insanlar tanımak, yeni yerler görmek,yeni beceriler kazanmak ama sonunda ailesine ve sevdiklerine dönebilen Cristopher olasım var.






Bu yazıya devam edeceğim aşikar o yüzden bu yazıyı bu kadarla bırakmak istiyorum. Nasıl olsa her türlü ruh haline göre yapılmış film, yazılmış kitap mevcut. Duruma göre yarın Rocky gibi bir başarı hikayesi ya da 50 First dates gibi bir Aşk filmini ele alabilirim. Hayatın neler getireceğini bilemezsin..




15 Ocak 2012 Pazar

Depresyon Güncesi

Hani, vıcık vıcık hissedersin ya,
Yapış yapış,
Yalnız ve terk edilmiş,
Sıkkın ve bıkkın,
Halsiz ve moralsiz,
Çirkin mi çirkin,
Suratsız mı suratsız..

İşte ben böyle hissetmiyorum. Aslında hissediyorum. Böyle de bir ikilem yaşıyorum. Bir sürü etmen söz konusu elbette ki bu hissiyat için. Her şey üst üste gelir ve artık patlama noktasına gelirsiniz ya hani, oralardayım şu an. Böyle anlarda beni teselli eden tek şey, kalbe huzur ve umut veren şu cümledir: "Ey sıkıntı şiddetlen, nasıl olsa biteceksin!". Güzel olan her şeyin sonu olduğu gibi güzel olmayanın da olur mutlaka. Biraz rahatlamak için yazmak, fikrinden yola çıkarak yazıyorum. Şu ana kadar olan bölümde değişen bir şey olmadı, olma eğilimi içerisinde de değil işin açıkçası.. Kırmak geliyor içimden karşımda ki vazoyu ama risk büyük. Anne, her durumda Annedir, riske girilmez. Çıksam, hava alsam biraz hava buz gibi şakası olmaz. Vıcık vıcık ruh haline vıcık bir de burun eklemek hiç mantıklı gelmedi. Kuzenlerle takılsam, kahveye gitsem. Dün pis yenildim onu da riske edemem. Tam çöküntü yaşarım tekrar kaybedersem. He bide yarın final sınavlarımdan biri var şeytan diyor ki ona çalış! Bir kere de doğru bir şey söylesen şaşardım zaten. İki gündür evde ki 3 laptopla Cull of oynuyoruz dayım ve kardeşimle. Dayımla kardeşimin kafasına sıkmaktan ve vurulunca salto atmaktan kötü kötü rüyalar görmeye başladım. Hep bir harp havası hakim rüyalarımda. Facebook ve twitter ikilisi de aynı buhrana sürükledi beni. 9GAG var şükür ki. Dedem de gitti. 40'lar muhabbeti de bitti. "Karneyle alırdık biz ekmeği" son zamanlarda ki en güzel muhabbet başlangıcı benim için. Ntvspor desen hep bir şifre modunda. Ondan da istediğim verimi alamadım. Kitap okusam, o da bambaşka bir dünya. Martin Eden denen karakter hayalciliğime ket vurdu. Her şeyde mantık ve gerçeklik arar oldum. Hayaller kurup onlara inanırdım bir zamanlar. En azından mutlu olurdum bir süreliğine. Onu da Jack London aldı benden. "Kendini kandırma" yeteneğimi aldı benden. Saçlarımı kestirdim ve sakal traşı oldum. İyi geldi gibi. "Bu kar tutar." iddiasını bile kaybettim. Sınavlar zaten başka alem. Kaç dersten kaldım Allah bilir. Tek barışık olduğum yatağım, yorganım ve yastığım.

Hepimiz dönem dönem yaşarız bu ruh halini.. Aktörler veya nesneler farklıdır kimi zaman. Bazen de olaylar..
Ama illa ki iyi bir şeyler de olur, olacaktır, olmalıdır da.