31 Aralık 2011 Cumartesi

Rakibe küfür edeceğine sporcuna destek ver !


Fenerbahçe Ülker - Galatasaray Medical Park maçı ardından Oktay Mahmuti'nin röportajı, zaten yazmak için uzun süredir beklediğim bu konuyu yazmam için büyük bir itici güç oluşturdu. Yazmakla mükellef olduğumu düşünmemi sağlayan bu röportajı için kendisine teşekkür etmek istiyorum bu mecradan. Diyor ki : "Şiddet eken, onu biçer!", diyor ki: "Bana neden küfür ediyorsunuz?" ve diyor ki: "Unutulup gidecek.". Benim söyleyecek neyim olabilir ki bu sözler üzerine.. 
Birçok maça gittim, Türkiye'de ve Almanya'da. Futbol, basketbol, hentbol.. Her zaman anlayamadığım bir konu olmuştur. Kafamdaki soru işaretini bir nebze olsun çözüme kavuşturdu koç. 
Tribündeki taraftar, küfür etmek para ödemiş sanki o bilete. Meşru kılınmışcasına savrulan küfürler, kimi kesim tarafından destek bulurken kimisi içinse rahatsız ediciliğini koruyor. Hakeme, oyunculara (rakip ve kendi takımın), yönetime, utanmasalar top toplayıcılara.. 
Taraftarlık buysa ben taraftar değilim arkadaş. Destek böyle yapılacaksa ben destekte olmam yolda ta. Seyirci olurum sadece..
En anlam veremediğim bir başka konu ise, rakibin her birimine savrulan küfürler. Koro halinde. Guiza'ya Bursa maçında 50 bin kişinin koro halinde yaptığı destek(!) hala aklımda. Maçta bulunduğumdan olsa gerek. Adam için yas tutma aşamasına geldim Galatasaray taraftarı(!) olmama rağmen. Rakibe döneyim. Rakip takıma küfür etmenizin takımınıza destekle nasıl bir alakası olabilir soruyorum buradan. Ben sporcu olsam ve rakibime kötü tezahürat yapılsa inanın zerre kadar beni motive etmez. En ufak bir "Gaz" vermez. "Rakibe küfür edeceğine sporcuna destek ver". Bu da benim mottom.
Belki unutulacak bu röportajı, bu yazı sayesinde biraz daha gündemde tutmuş olurum. Baya az biraz..

25 Aralık 2011 Pazar

İletişimsizlik Furyası - 2

İletişimsizlik Furyası serisinin ilk yazısında, genel anlamda oluşan iletişim aksaklıklarından söz etmiştim. Bugün ki yazı da ona benzer paralelde olacak. Tek fark geneli özele indirgemeye çalışacağım. Zaman zaman benim başıma gelen olaylardan söz edip konuyu asıl başlığın bir alt başlığı olarak işlemeye çalışacağım.

Sosyal Medya aracılığı ile yapılan iletişimin aslında çok da sağlıklı olmadığını dile getirmek istiyorum. Konuşmalar beden dilimizi içermediği için kimi zaman sorunlar yaşamamız çok doğal. Eminim ki bunu siz okurlardan bir kısmınız da yaşamışsınızdır, belki çoğunuz.. Özellikle benim gibi iletişimin büyük bölümünü mimikler ve jestler ile gerçekleştiriyorsanız. Her ne kadar jest ve mimikler için yardımcı araçlar bulunsa da    yeterli olduğunu düşünmüyorum. Konuşurken anlatması kolay olan olaylar; sosyal medyada o kadar kolay anlatılamıyor, olduğu gibi anlatılamıyor, anlatma zahmetine bile girilmiyor kimi zaman. Bir tartışma yaşanırken, olay yüz yüze kolayca çözülecekken bu ortamda uzayıp gitme olasılığı çok yüksektir, buda göz temasının eksikliğinden dolayıdır büyük ölçüde. En önemli nokta da fikrimce, bu gibi ortamların samimiyetten uzak olması bu tür sonuçlar doğuruyor. Sadece sosyal medya değil, kısa mesaj içinde geçerlidir yazdıklarım. Başka bir durum olarak aktarmak istediğim; karşınızdakinin sesini duymadığınız, gözlerine bakmadığınız için size kızgın mı, kırgın mı bilemiyor ve ona göre bir tutum sergileme şansınız olamıyor ne yazık ki.

Ben bu sorunları yaşadım, sizlerde yaşayacaksınız gibi bir düşüncem olduğunu söylemiyorum. Ben çokça karşılaştım ve bu durum beni rahatsız etti.

Olumlu noktaları yok mu sosyal medyanın ve diğer iletişim araçlarının? Elbetteki var. Ve bu yadsınamaz. Ama benim yazımın konusu bu değil, o yüzden tek bir pencereden baktığımı düşünmeyin sayın okur. Yazıya çizdiğim rota, iletişim zaaflarını içerdiği için bu yazıyı okuyorsunuz.

İyi ve kötüyü barındıran bu mecra, şüphesiz hayatımızın değişmez bir parçası olmuş bulunmakta. Bu sebeple kullanımı bilinçli olarak yürütmek önem arz ediyor.


17 Aralık 2011 Cumartesi

Hayal Peşinde

Hepimizin vardır hayalleri.. her insanın ki birbirinden farklı olsa da özelinde, genelde çok benzerdir hayallerimiz. Aşk hayal ederiz, başrol oyuncumuz farklı olur.. Para hayal ederiz, uğruna harcayacağımız nesne farklı olabilir. Mutluluk hayal ederiz mutlu olabilmek için..
Ya hayallerimizin hepsi gerçekleşse. Benimkiler gerçekleşmedi, gerçekleştiğini varsayarak yazmaya çalışacağım o yüzden. Gerçekleşmesini ister miyim bilmiyorum. Beni yazmaya iten bu durum galiba. Yazıyorum yazmasına da tatmin olacak mıyım onu da bilmiyorum. Öylesine yazıyorum işin açıkçası.
Merak ediyorum hayallerimizin hepsi vücut bulsaydı hayata bakışımız ne yönde olurdu ?  Neyi amaçlar, neyin peşinde koşardık ? Amaçsız mı kalırdık yoksa yeni amaçlar mı edinirdik.. 40 yıl çalıştıktan sonra emekli olan insanlar gibi meşgul olmak adına yeni icatlar mı çıkarırdık.
Amaca ulaştıktan sonra amaçsız kalmak.
Ya da elimde yeterli argümanlar bulunmadığı için ben sadece bu taraftan bakabiliyorum duruma. Şimdi diğer taraftan bakmaya çalışacağım biraz.
Hayallerimizi gerçekleştirdiğimizde, amaçlarımıza ulaştığımızda amaçsız kalıyorsak, tek bir hedefi olan ve onun için üretilmiş olan bir makineden farkımız kalmazdı gibi geliyor bana. Bir hedefe ulaştıktan sonra doğamız gereği daha fazlasını isteriz muhtemelen. Dolayısıyla hiçbir zaman amaçsız kalmayız. Tabi ki tüm yazdıklarım varsayımdan ibaret..
Netice itibariyle ben hayallerimin olması peşinde koşmaktan zevk alıyorum ve öyle kalmasını istiyorum. Hazzı ertelemek istiyorum sonunda ona ulaşmak üzere..
Hayallerin gerçek olmasından korkan biri gibi lanse etmiş olabilirim kendimi. Ama dayanak olmadan bu hayat nasıl geçer bilemiyorum.
Hep imkansızı isteyerek bu kaygıyı sona erdirmek mümkün tabi. Ama buda bizi fazlasıyla hayalperest yapar herhalde. Ama insanoğlu hayal etmeden başaramamış büyük işleri.
Fark ettiyseniz hem söyleyip hem çürütüyorum savlarımı.. Bu da konu hakkında ne kadar kafa karışıklığı yaşadığımı gösterir bir durum.
Öylesine yazmasının böylesine sonuçları olacaktır elbet.

30 Kasım 2011 Çarşamba

Düşüncesiz Yargı - 2

Son dönemde çok gündemde olan "Bedelli Askerlik", sosyal medyada geniş yankı uyandırdı haliyle. Beni ilgilendiren ise sosyal medyada ki yankının detayları.. Tepkim konuya değildir kesin bir dille bunu ifade etmek istiyorum öncelikle. Zamanının geldiği için yazma gereksinimi duydum. Bedelli Askerlik değilde başka bir gündem maddesi olsaydı ona istinaden yazacaktım. O yüzden bu yazıdan bedelli askerlik adına bir çıkarım yapmayın, yersiz olur.
Yargı: "Askerliğinizi yapamıyorsanız biz yapalım.". "Biz" ibaresi bu cümlede Türk Kadınlarını temsil ediyor. Bu bakış açısı bana göre çok acımasız,sığ ve temeli olmayan bir yaklaşım. Sebebi kadınların askerlik yapamayacağında değil elbette. Onlarca etmen var bu kararın çıkmasında, yürürlüğe konmasında. Bedelli gidecek olanlar içinde birçok çevresel etmen mevcut. Gidemeyenler içinde.. Burada belirtmek istediğim, yargıda bulunurken ne kadar dar bir perspektiften baktığımızla alakalı tam olarak.
Bir durum hakkında yargıya varırken ve buna bağlı olarak yorumda bulunurken çevresel etmenleri gözardı ediyoruz ne yazık ki.
Hepsi bir yana, sosyal medyada bu gibi durumlar çok fazla destekçi buluyor. Bende mi sorun var bilemiyorum. Ben bu ifadeyi okuduğumda çok sinirlendim. Belki ifadeye değil de yapılan yorumun yüzeyselliğineydi sinirim. Durumları bu kadar basite indirgeyerek yargılamak bana çok acımasız geliyor. Tamamen tek taraflı düşünerek hareket etmek bana her zaman sığ gelmiştir. Bakış açımı değiştirerek, ya da başka bakış açıları sergileyerek olaylara karşı daha adil yaklaşabiliriz.
Eğer bu ifadeyi enine boyuna tartıştıktan sonra dile getirdiklerini düşünsem bırakın yazı yazmayı kelime çıkmaz ağzımdan.
Son olarak tekrar etmek isterim ki, konuyu basite indirgeyerek konu için kullandığım ifade ile yargılamayın yazıyı. Bakış açınızı genişletin ve büyük resmi görmeye çalışın. Böylelikle yazıyı daha iyi anlayabilip, kanıksayacağınız düşüncesindeyim..

25 Kasım 2011 Cuma

Peşin Hüküm

Nedir bu yılandan korkma vaziyetim ? Bende çoğunuz gibiyim bu konuda.. Hayatım boyunca yılan görmemişim, ama adını duyunca bile tüylerim diken diken oluyor. İyi de yılanla ilgili tüm bildiklerim, hayvancağız hakkında lanse edilenler. Bana karşı sergilenen kötü bir tutum olmadı familyadaki hiçbir üyeden..

Bunun adı "Önyargı" yani "Peşin Hüküm"..
Beynimize gün içinde o kadar çok veri giriyor ki hangi bilginin temelinde ne yattığını ayırt edemiyoruz bazı durumlarda. Muhtemelen izlediklerim ve duyduklarım böyle bir tutum geliştirmeme etken olmuştur. Benim yılana karşı olan tutumum sizde; bir duyguya, düşünceye, nesneye veya başka bir şeye karşı hayat bulabilir. Genelde istemsiz olarak gerçekleşen bir durum olsa gerek çünkü çoğu zaman bilmeyiz bile öyle bir yargımızın olduğunu. Yargı, önümüze geldiğinde ruh halimiz anında değişiyorsa, yargıyla ilgili bilmediğimiz duygularımız ortaya çıkar. İşte o zaman fark ederiz durumu.

Burada size önyargılarınızdan kurtulun veya buna benzer tabirler kullanmayacağım. Size kalmış bir durum onları kabullenmek veya reddetmek. Mesela ben hala yılandan korkarım sebebini tam olarak bilmeksizin.

İnsanlar veya düşüncelere karşı olan önyargıların varlığını kabul etmek gerekebilir bir noktada. En azından konu ile ilgili farklı insanların fikirleri dinlenebilir. Olaya farklı bakış açıları ile bakmak öğrenilebilir. Yani ben yılanı müthiş öven, ekosistemin değişilmezi olduğunu gösteren bir belgesel izlesem iyi olabilir belki.

Gel gelelim, önyargımızın bize fayda sağladığını da sanmıyorum. O yüzden önyargılarımızı bir kenara bırakarak tutum geliştirmekten bir zarar gelmez. Denemenin zararı olmaz, yoksa olabilir mi?

Önyargınız gerçeğiniz olmadan durumu el koyabilirsiniz demek istediğim aslında. En azından yargının doğruluğu veya yanlışlığı hakkında elinizde elle tutulur sonuçlarınız olur. Bu da bir nebze daha iyi hissetmenizi sağlayabilir. Ya da yazının başlığına bakarak yazıyı hiç okumazsınız, bu da size bir şey kaybettirmez. Önyargılarınızın olduğunu kabul etmiş olursunuz alt tarafı..

28 Ekim 2011 Cuma

İşin aslı EGO mu?

"Sen ne hissedersen hisset prensesler terler, kraliçeler geğirir, manken kızlar yellenir.." (Korkma Ben Varım - Murat MENTEŞ)

Öncelikli olarak kitap ve yazarın üslubu kendine has ve çok etkileyici.

Ayrılık sonrası ruh hali ve kafa yapısının durumu hakkında bakış açımın ne olduğunu ve senin sevgili okur nasıl olabileceğini yazacağım kendi gözlemlerime dayanarak. Kesinlikle budur(!) diyemeyecek olsam da azıcık ucunda yakalarım sanırım.. Kalbin fiziksel işleyişi hakkında bilgi sahibi olsam da duygusal işleyişi hakkında fikir sahibiyim sadece. Aslında kalp ile vakit kaybetmesem de egoya mı bağlasam durumu..

Ayrıldıktan sonraki evreleri anlatarak can sıkmak istemem, ayrılan bilir. Genel olarak bakmak istiyorum çok genellenecek bir konu sanki de.. Ama detaya girersem ne yazı biter ne de buna ömrü hayatım yeter.

Lafı uzatmadan o ruh haline giriş yapmak istiyorum.

Nedense terk edilen taraf hep güzel ve mutlu anları hatırlarken, terk eden taraf kötü tarafları hatırlar. Zaten bu yüzden terk eden ve edilen var dediğinizi duyar gibiyim. Ama iyi ve kötü anılar birlikte yaşanılır, yaşanılmaz mı yoksa? Bu yüzden terk edilen ille de tekrardan bir araya gelmek isterken karşı taraf bu olaya çok yanaşmaz. Ya  da çiftler yeniden bir araya gelir ve masal mutlu mesut sona erer.

Tüm bunlar olurken Ego ne alemde? Bana göre ego işin çok büyük bir kısmını oluşturuyor. Aklınıza gelmiş olma ihtimali arasında olan bir soru soruyorum dikkatli okuyun! Mutlu olduğumuz kişiyi mi, mutluluğumu geri istiyoruz? Yoksa benliğimizin yani egomuzun hazır olmadığı ama gerçekleşen bir olaydan aldığı yarayı mı tedavi etmek istiyoruz?

Egomuz, beynimize sinyal gönderir(!) -düşünün o derece- anıları ortaya çıkar ve tekrar mutlu günlerin yeniden elde edilmesi için harekete geçir. 

Yani mutluluk duygusuna aşık olan ama bunu fark etmeyen sevgili okurlarım, aslında sizler egoistsiniz.. Bencilsiniz yani. Eğer mutluluğun kendisi için yanınızda eski sevdiğinizin olmasını istiyorsanız..

Yazdıklarımı genel bir bakış açısıyla yazıyorum ama gözlemlemedim de değil. Ayrılık sonrasında ki barışma sürecinde kimin ne yaptığı yeni ilişkinin yönünü belirliyor. Egosunu tatmin eden çok sürmeden "olmuyor yapamıyorum" cümlesini aklında sayısızca tekrar ettikten sonra gayet soğuk kanlı bir şekilde yüzünüze söyler. Çok azdır ikinci kez bir araya gelen çiftin işi mutlu olarak sonlandırdığı..

Aksi yok mu? Elbette ki mevcut. Ve işte onlar bazı filmlerde izlediğimiz birbirilerini ölene kadar sevecek olan çiftlerdir ya da daha gerçekçi olmak gerekirse, uzun bir süre sevecek..

Tüm bu yazdıklarım ayrılık acısını dindirmek için kendinize söylediğiniz bir yalan olarak da düşünebilirsiniz. Her iki durumda da işin özü bu gibi..

Yukarıda yazan paraf hakkında söyleyeceğim şey ise; sayın terk edilen okur, aslında hayal ettiğin, geri kazanmak istediğin sevdiğin aslında hayal ettiğin kadar mükemmel değil. Vallahi değil ! İnsanız hepimiz en nihayetinde..

Uyarı : Ayrı olan bütün çiftler için geçerli değildir.




15 Ekim 2011 Cumartesi

Einstein Kafası | Konuk Yazar

Adını tam olarak bilmediğim bir dersteyim şu an. Esasen sadece bedenim bu dersin yoklamasını dolduruyor.

Olur öyle bazen, bulunduğunuz konum, sahip olduğunuz et ve kemik kütlelerinin bulunduğu yer olmayabilir. Zihnin bulunduğu yer önemlidir. Ama sorun şu ki manen de bir yerde sayılmam.

Karmakarışık düşünceler içinde dolaşıp duruyorum. Konacak bir dal, konsantre olacak bir konu bulamıyorum. Pek sağlıklı düşünemiyorum o yüzden. Cevaplarının beni hiç ilgilendirmediği sorular beynimin kıvrımlarında karnaval havasında geçit yapıyorlar. Cevaplamaya çalışıyorum olmuyor.

Bir şeyler yazıyorum, beğenmiyor karalıyorum üstünü. Sonra karar değiştiriyor, aynı cümleleri baştan yazıyorum üstü karalanmış kopyalarının yanına.

Bir ara Einstein'ın adını duyar gibi oluyorum, aklıma ilk olarak o meşhur, dili dışarıda, dağınık saçlı fotoğrafı geliyor nedense, gülüyorum kendi kendime. Kaldırıyorum kafamı sınıf hararetle tartışıyor, fikirler havada çarpışıyor adeta.
Ne konuşuyorlar ? Einstein ile ilgisi ne en ufak bir fikrim yok. Dalıyorum tartışmaya balıklama, saçmalıyorum biraz, karıştırıyorum ortalığı, konu değişiyor. Benim saçmalıklar benim olmaktan çıkıp, tartışma konusu oluyor ve uzatıyor tartışmayı.


Neden bilmiyorum ama seviyorum karışıklıkları, ufak çaplı kaosları.

Bir an ayağa fırlayarak sınıf içinde depar atmak, kapıyı açıp koşarak uzaklaşmak sonra tekrar yavaş ve sessizce geri gelip, hiç bir şey söylemeden, hiç bir şey olmamış gibi sırama oturmak istiyorum. Sonra ondan da vazgeçiyorum.

Yine dönüyorum sınıftaki kızların birinden aldığım, yarısı karalanmış A4 üme. Biraz da buraya saçmalıyorum.

Deliriyor muyum acaba ?
Hiç sanmam, boşluktayım sadece.

Dedim ya olur öyle bazen. 



Dostum M.Furkan GÜRSES 'e yazısından dolayı teşekkür ederim !

2 Ekim 2011 Pazar

Odak Noktası

Bilirsiniz dünyanın kanunudur etki-tepki olayı.. Bu tanımlama yaygın olarak kullanılan adı. Yani siz onu sebep-sonuç olarak da duymuş olabilirsiniz. Sebep ve sonuç, bu iki kelime "süreç" kelimesine göre ne kadarda baskın ve akılda yer edici.

Sebep ve sonuç çok önemli 2 durum olsa da "süreci" görmezden gelmemizin sebebi olmamalı. Tamamen bu 2 duruma odaklanmamız sebebiyle sürecin getirdiklerini göremiyoruz. Sürecin bize kattıklarının nereden geldiğini bilemiyor ve boşluktaymış gibi hissediyoruz.

Sanat eseri niteliği taşıyan bir nesneye baktığımızda onu genel hatlarıyla değerlendirebiliriz. Bu değerlendirme sebep ve sonucu birlikte getirir. Eğer detayları görmeye başlıyor isek bu sürecin etkisidir. Sanatçının eserini değerlendirmek -detayları ile- bu şekilde çok daha net ve güvenilir olabilir. Günümüzde süreç önemli bir yer tutmaya başladı neyse ki. Eğitim de dahi bu yönde bir eğilim söz konusu olmaya başladı.

Bizi sonuca ulaştıran süreci incelemek ve öğrenmek, insanın kendini gerçekleştirmesi adına önemli bir durumdur. İlişkinizde ki sorunu bu sayede anlayabilir ve eğer çaba gösterirseniz değişebilirsiniz.

Aşk'da sevmenizin sebebi duygularınızdır. Ayrılık da aynı şekilde duygularınızdan gelir. Duyguların uğradığı değişimin sebebini öğrenmek ise sürecin bir parçasıdır. Süreç içerisinde yolunda gitmeyen durumlarda ki tavırları değiştirmek veya değiştirmemek sürecin sonucudur. Daha basit anlatmak gerekirse "çalışırsanız, başarırsınız."

Bu kadara kadar olan kısmı şunun için yazdım. Sebebin getirdiği sonuç istediğiniz gibi olmayabilir. Ama süreç mutlaka bize bir şeyler katmıştır. Bunun önemini bilmek olumsuz sonucu biraz daha olağan karşılamamızı sağlayabilir.

Hayat zaten zor ve stresli. Sürecin size kattıklarını düşünerek olumsuzun aslında o kadar da olumsuz olmadığını bilebiliriz ki bu da bize biraz da rahatlık sağlayabilir.    

5 Eylül 2011 Pazartesi

Yolcu(luk)

Koşarken, yola mı bakarsınız yoksa durmaksızın hedefe mi koşarsınız.. Bu soruyu cevapladığımız da kendi iç dünyamızı biraz daha tanımış oluruz.. Daha doğru bir sonuca varmak için cümleyi düşünmeyin, hayal edin.. Hayal etmeye başlamadan önce araya girmem gerekiyor. Hayal dünyanızdaki yol, yürüdüğünüz gerçek hayattaki yolunuz ile paralel bir biçimde ufuk çizgisine doğru yol alsın..

Hepiniz aşağı yukarı bir görüntü oluşturmuşsunuz zihninizde.. Yollarınızda ki farkı oluşturacak detaylar olacaktır. Bu detaylar sizin yolda yürürken karşılaşacağınız engeller veya kolaylıklar olacaktır. Ben engel veya kolaylık diyorum, sizin nasıl isimlendireceğiniz hayatınızın ta kendisi olacak. Kiminiz, aşkı hedef önünde duran bir kaya parçası olarak görebilir. Bir diğeriniz bu duyguyu yolun kendisi olarak hayal edebilir. Ya da ne yol vardır ne de kaya parçası.. Keza okul, iş, din, dil, ırk.. Bu kavramlarda yolda gidişatınızı etkileyecek unsurlardan birkaçıdır.

Bütün bu kavramlara inat, siz hedefe yönelmek için  hiçbirine aldanmadan delicesine koşacak mısınız?

Yoksa yolda ki engel veya kolaylıklar aslında sizin için hedef mi?  

Eğer öyleyse hedefiz nedir?

Bu girişten sonra konumuza gelmek istiyorum. Ve bu konu tamamen benim görüşümü yansıtmaktadır. Netice itibariyle insanlar hayatlarını farklı düzlemlerde yaşamayı tercih edebilirler. Bizler ise bu duruma saygı göstermeliyiz.

Tamamen benim görüşüm dedim, çünkü bana göre hedefsizlik denen olgu kendimizi gerçekleştirme gayesi adına büyük bir engel teşkil ediyor. Hayatı neden yaşadığımızı bilmemek ve öylesine yaşamak çok büyük bir ziyan değil mi? Sahi neden yaşıyoruz bu hayatı.. Nedir sizin için kendini gerçekleştirme gayesi?

Bu soruları kendinize sorduğunuzda bir cevabınız yoksa hemen korkmayın, biraz düşünün sadece...

Diyelim ki hedef tamam.. Çıktık yola. Koşar adımlar ile "X" ile işaretli noktaya gidiyoruz. Önümüze çıkanlar ne olursa olsun koşar hal devam ediyorsa, ya da bunu tam tersi gerçekleşip yolda takılıp kalıyorsanız..

İşte üzerinde düşünmeniz gereken tam da burası. Buradan sonrası için size yardımcı olamam. Yolda ki engel de sizin kolaylıkta, durmak ta sizin kararınız durmaksızın yol almakta. Hangi durumlarda nasıl bir tavır sergilediğiniz size kişiliğiniz hakkında ipucu verecektir.

Ben size yolu göstermedim, sizinle beraber o yolu kat etmedim.. Sadece okuduktan sonra belki ufak bir yolculuk yapmanızı sağlamış olabilirim, bu da benim için gayet yeterli şu aşamada..

Yolunuz açık olsun..




26 Ağustos 2011 Cuma

Önemlisi Niyet

Kısa bir hikaye, anlatmak istediğim her şeyi anlatacak bu yazıda.. Kelimelerin sadece birer araç olduğunu, asıl olanın kalbinizin ta derinliklerinde olduğunu anlatacak bu hikaye..

Hz. Musa bir gün bir başına dağları dolanırken, uzaktan yoksul ve yalnız bir çoban görmüş. Çoban diz üstü çökmüş, ellerini semaya açıp dua etmekteymiş. Bu durum Musa'nın çok hoşuna gitmiş ama yaklaşıp da çobanın duasını duyunca afallamış. 

"Kurban olduğum Allah'ım seni ne kadar severim, bir bilsen. Ne istersen yaparım, yeter ki sen iste. Sürüdeki en yağlı koyunu kes desen, gözümü kırpmadan keserim senin için. Koyun kavurması güzeldir Allah'ım, kuyruk yağını da alır pilavına katarsın, tadından yemez olur."

Musa duaya kulak kabartarak çobana yaklaşmış.

"Yeter ki sen dile, ayaklarını yıkarım. Kulaklarını temizler, bitlerini ayıklarım. Ne kadar çok severim ben seni. Sana çok hayranım!"

Duydukları karşısında Musa küplere binmiş. Bağıra çağıra kesmiş çobanın duasını: "Sus, seni cahil adam! Ne yaptığını sanırsın. Allah hiç pilav yer mi? Allah'ın ayakları mı var ki yıkayasın? Böyle duamı olurmuş! Külliyen günaha giriyorsun. Derhal tövbe et!"

Çoban, Musa'dan azarı işitince kulaklarına kadar kızarmış, utancından yerin dibine geçmiş. Özür üstüne özür dilemiş, bir daha böyle kendi kafasına göre dua etmeyeceğini yeminler etmiş. O gün akşama kadar Musa çobanın yanında durup ona temel duaları ezberletmiş. Sonra "Allah benden razı olur, iyi bir iş yaptım" diye düşünüp yola devam etmiş. 

Ama o gece bir ses işitmiş. Seslenen Rab imiş. 

"Ey, Musa, sen bugün ne yaptın? Sen ayırmaya mı geldin buluşturmaya mı? Şu garip çobanı azarladın. Onun bana ne kadar yakın olduğunu anlayamadın. Ağzından çıkan lafı bilmese de o çoban inancında samimi idi. Kalbi temiz, niyeti halisti. Biz kelimelere bakmayız. Niyete bakarız. Kelimelere bakacak olsak yeryüzünde insan kalmazdı! Biz çobandan razıydık. Başkasına Medih olan söz sana zemdir. Ona bal olan sana zehirdir. Sen işittiklerini inkar ve küfür saydın ama bilsen ki bir kabahati vara bile, ne tatlı kabahattir onun ki."

Musa hatasını anlamış. Ertesi gün güneş doğar doğmaz, çobanı görmek için tekrar dağa çıkmış. Çoban yine duaya durmuşmuş. Ama dünkü heyecanından, samimiyetinden eser yokmuş artık. Öğretildiği gibi yakarmaya gayret gösterdiğinden, aman yanlış bir laf etmeyeyim diye takılıyor, kekeliyor, terliyormuş. Musa, çobana ettiğinden pişman olur sırtını okşamış ve demiş ki: 

"Ey dost, ben hatalıyım ne olur affet. Bildiğin gibi dua et. Allah'ın nazarında böylesi daha kıymetlidir."

Çoban, Musa'dan bunları işitince hayrete düşmüş ve bir o kadar da rahatlamış. Ne var ki o artık bir üst aşamaya vasıl olduğundan, masum inkarına, tatlı günahına dönmeyip, Musa'nın öğrettiği ezbercilikte de kalmayıp, tüm bunların ötesine geçmiş. Rab'bine yakın mutlu mesut, mübarek bir hayat sürmüş. 

Bu hikayeyi Elif Şafak'ın Aşk adlı eserinde okudum ve çok etkilendim. Niyete vurgu yapmak dışında birçok duruma ışık tutuyordu. İlk etapta okuduğumuzda Niyet çok ön plana çıksa da diğer durumları anlamak çok da zor değil işin açıkçası. Hikaye içinde eğitim kısmı bile var: "Ezbercilik!". 

Şimdi ben size yol gösterirsem siz o yolda yürüyeceksiniz hikaye ile ilgili olarak, iyisi mi yolu da siz inşa edin, kendi yolunuzda kendiniz ilerleyin ki samimiyetiniz ortaya çıksın..

Son olarak söylemek istediğim, Dışarıdan bakıldığında nasıl göründüğünüz önemli değildir işin aslı, asıl olan dışarıya baktığınızda ne gördüğünüzdür..

22 Ağustos 2011 Pazartesi

Görünmez Kupa!

Yeni bir yazı daha yazıyorum çünkü hayatımıza yön veren yeni bir durum daha keşfetmiş bulunkatayım. Yeni dediysem, benim için yeni.. Gözümüzün önünde duran ama görmekte zorlandığımız bir durum bu. Aslında hepimiz durumun biraz farkındayız,biraz değiliz.                                        
Aslında hepimiz durumu biraz görüyoruz, ama üzerinde   düşünmüyoruz..
         
Gözümün hemen önümdekini görmek ne kadar da zormuş meğer..

Yazımın konusu belirleyen o olayı anlatım size isterseniz.
Ben Almanya’nın Duisburg kentinde dünyaya geldim. Babamın futbol tutkusu, beni MSV Duisbug kulübüne katılmamı sağladı. Sağladı diyorum çünkü futbol benim hayatımda da önemli yeri olan bir spordur. Hatta futbol “Hamsi” gibidir. Bilirsiniz belki, mezgit, lüfer ve yüzlercesi balıktır, hamsi ise hamsidir. Babam her maçıma hatta antremanı gelir heyecanıma ortak olurdu. Sürekli arkamda durur, desteğini esirgemezdi. Bu sayede kendimi geliştirmiş ve takım kaptanlığına getirilmiştim. 1993/1994 sezonunda yani babam vefat ettikten 1 yıl sonra, takımımla birlikte bizim için büyük bir turnuvada 2. olmuştuk. 1. olan takım Bayern Münih idi. Takım kaftanı olarak kupa benim ellerime verilmişti. O klasik sahneyi getirin şimdi aklınıza.. Kupa takım kaptanı elinde havalarda.. Benim için büyük bir gurur günüydü. Babama armağan etmiştim kupayı kendimce. Kupa sadece bir kupa olmaktan öteyeydi benim için. Objeler anlam ifade ettiğince değerlidir insan hayatında. Benim için anlamı büyük olan basit bir kupa. Bunları neden yazdığıma geliyorum şimdi.. Kupam yıllar sonra bir ceviz kıracağı haline gelmişti. Üniversiteyi kazandığım ilk yılımda istanbulda yarım dönem geçirdikten sonra evime geldiğimde karşılaştığım manzara buydu. Çünkü annem için yıllar önce kazanılmış bir kupaydı sadece. Maneviyatını bilmemesi normaldi. Çünkü anlatmamıştım değerini hiçbir zaman, kendime saklamıştım anısını.. yıllar önce kazanılmış bir kupanın ceviz kıracağı (kupa çekiç yerine kullanılıyordu) ile eş tutulması tabi ki hiç bir koşulda kabul edilemez. Ta ki asıl konumuza gelene kadar..

Asıl konumuz, yani gözümün önünde olup görmekten aciz olduğumuz konu..

Bir inşaat ustası için o çekiç benim 20 tane kupama bedeldir. Çünkü hayatını o çekiçle kazanmakta ustamız. Kupa dediğin teneke parçasıdır. Hiç bir getirisi olmayan süs eşyasıdır belki de. Bu durumu yadırgamak cahilce bir davranış olur. Duruma birazcık emratiyle yaklaşırsak ustanın haklılığının, koşullar göz önünde bulundurularak, ne denli fazla olduğunu göreceksiniz. Dediğim gibi objeler anlam ifade ettiğince değerlidir. Lost’u izleyen arkadaşlarım bilir. Issız bir adada sahip olunana onmilyonlarca değerinde elmasın ne anlamı var ki? Elmas size ne anlam ifade eder bilmiyorum ama o adada benim için hiçbirşey ifade etmez. Öyle bir adada elmastan daha değerli olan barınma ihtiyacıdır.Bu şekilde size sayabileceğim sayısız örnek var. Yaşamınız son bulacağı anda piyango çıkması gibi.. Ama eminim ki bu kısma kadar okuduktan sonra sizlerin aklına da sayısız örnek gelmiştir. İşin özünde birazcıkta “faydacılık” yatıyor. Bu doğal bir durum mudur? Yoksa bu felsefi akıma doğru bir itilişmi var?

Nesnelerde durum bu iken acaba duygularımızda durumlar nasıl?

Bunu yorumlamaya ve yazmaya şu anda ki bilgi ve birikimimim yeterli değil sanırım. İşin duygusal boyutu size kalmış..

Netice itibariyle egomuz herşeyin üstünde gibi görünsede bu durumu bir şekilde tersne çevirebiliriz umarım..  

20 Haziran 2011 Pazartesi

Bazen..

Bazen kullanmak istemezsin o sözcüğü, 

Bazen kullanırsın, istersin 

Bazen öylesine söylersin 

Bazen de içinden gelerek. 

Bazen duymak istemezsin, 

Bazen de hoşuna gider duymak. 


Hangi "bazendeyim" bilmiyorum, 

O yüzden hayat "bazen" ler olmadan daha güzeldir, bazen..


Sonunda buda oldu ve böyle bir yazı yazdım. Tarzımın dışında olmasına rağmen yazdığım içime sindi bu yüzden de sizlerle paylaşmak istedim.

Bazen yazıyorum işte.. 


19 Haziran 2011 Pazar

Koşullu Sınav

Öncelikli olarak yazıma henüz başlamışken şunu belirtmeliyim, muhabbet kralını izlerken reklamcı bir vatandaşımız bir takım durumlar üzerinde parça parça hikayeler anlattı. Bu hikayelerden bir tanesi yazılarımla ilintiliydi. Bu yüzden vakit geçirmeden yazmak istedim. Buradan reklamcı vatandaşımıza teşekkürü bir borç bilirim. Bunun sebebi ise sürekli üzerinde durduğum sorgulamayan, araştırmayan toplum yapısının oluşmasının sebeplerinden bir tanesi hakkında ufkumu açmasıdır.

Ne yazık ki buradan eğitim sistemimize sitemde bulunacağım. Küçük yaşlardan bu yana süre gelen sınavlar; sbs, üds, kpds, kpss, lys, ygs ve bunun gibi birçok önemli sınavlar çoktan seçmeli sınavlardır. Ne alakası var demeyin konuya geliyorum. Çoktan seçmeli sınavların büyük bir bölümünün TEK doğrusu vardır. Yani bir şıkkı işaretler geçersiniz. Yani TEK doğru vardır. TEK olan doğruyu yakaladığımızda diğer şıklara bakmayız bile.. Belki de bakmamalıyız. Ne de olsa süreye karşıda bir yarış mevcut. Sınavlar o kadar yoğun bir şekilde karşımıza çıkıyor ki, diğer şıklara bakamıyoruz bile. Benim düşüncem şu ki, bu bilinçli olarak yapılıyor ve bilinç altına işleniyor. Komplo teorisi gibi gözüktüğünün farkındayım. Ama insan düşünmeden edemiyor. Elbette çoktan şıklı olmasının çok fazla avantajı var(!).  

Yavaş yavaş işlenen durumu da özetlemek istiyorum. Siz sürekli TEK doğrunun varlığına inanıyorsunuz, bilinçaltınızın katkılarıyla.. Halbuki yoğunca sorulan soruların tipi "hangileri doğru olabilir?".. Bu sayede soruya bütün olarak bakarız ve bir bütün olarak inceleriz. Yani yanlışları ve doğruları ayrı ayrı irdeleriz. Ya da soru tipi olarak "hangi şık yanlıştır ve neden?". Bu soru kalıplarını artırabiliriz. 

Yıllar boyu tek bir doğrunun olduğuna koşullandırıldığımız için ufkumuz diğer duruma nazaran çok daha dar bir alan da işler olmuştur. 

Demek istediğim, çevrenizde olup bitene kayıtsız kalmayın. Yanlışın neden yanlış olduğunu, doğruyu doğru yapan sebepleri ve bunun getirdiği sonuçları sorgulamaktan kaçınmayın. Demek istediğimiz halen anlamadıysanız, yazı da ekli olan görsele iyi bakın.. Her satırda tek şık seçili, TEK doğru var, birden fazla seçme şansın elinden alınmış ne yazık ki..

Sistem belki bunu bilerek yapmıştır belki yapmamıştır.. Bu durumda sorulacak en anlamlı soru galiba ne zaman olacak.. Benim için sorulacak soru "ne zaman", sizin kisi... 

5 Haziran 2011 Pazar

Gırtlak değil, Beyin konuşsun!

Hepimizin bildiği üzere seçimlere az bir vakit kaldı. Siyaset veya siyasiler üzerine bir yazı bekliyorsanız yanılıyorsunuz. Toplumumuzun kanayan başka bir yarasına değineceğim bu yazımda. Başlıktan konuyu tahmin etmeniz büyük olasılık.

Neredeyse 7'den 70'e herkes seçimden, sonucundan, kimin kazanıp kimin kazanmayacağını tartışıyor. Bu sohbetleri yapan kimseler genelde aynı safta duran vatandaşlarımız. Bu tarz konuşmaların olması çok doğal, olaması da gerekir kanımca. Benim dikkatimi çeken durum biraz daha farklı..

İki rakip parti üyesi, veya destekçileri bir araya geldiğinde ortaya çıkan diyaloglar farklı bir biçim alıyor sohbetin ilerleyen dakikalarında. Konuşma bir yerden sonra evrim geçiriyor adeta.. Senin partin bunu yaptı, benim partim bunu yapıyor, biz şu kadar senede şunu yaptık siz ne yaptınız.. Bu konuşma bölümlerini çoğaltmak çok kolay. Hepimiz bildiğimiz için bu bölümleri uzatmaya gerek duymuyorum. Tartışma esnasında, bireyler birbirlerine destanlar sıralayabiliyor. İki milletvekilinin tartışmasında farksız bir durum, inanmakta güçlük çekiyorsunuz..

Sonra kulak veriyorsunuz savlara,uygulamalara yani konuşmanın içeriğine. Biraz gündem takip ediyorsanız, liderlerin sarf ettikleri cümlelerden hiçbir farkının olmadığını görüyorsunuz. Konular hep aynı, içerik buna paralel olarak ilerliyor. Sorulara verilen cevaplar hemen hemen aynı. Yakalanan açıklar, deşifre edilmek istenen durumlar bir zaman sonra düzenli bir tekrar oluşturmaya başlıyor. 

Ben buna "Papağanlaşmak" diyorum..

Bizler ne duyuyorsak onu konuşuyoruz. Yani araştırmıyor, sorgulamıyoruz. Parti taraftarı veya yandaşı olabilirsiniz bu duruma laf söylemek bana düşmez. Benim demek istediğim siyasetin dogmatik olmadığına dairdir. Çuvaldızı kendimize batırmaktan bu kadar korkmayalım.. Herkes hata yapabilir, herkesin yanlışları olabilir. Yanlış yapılmışsa tarafımızdan kabul edip, adımlarımızı atmalıyız. Elbette ki bu durum karşılıklı olmadığı müddetçe bir anlam ifade etmez. Bu ortam ülkemde oluşmadığı sürece ne denli bir ilerleme kaydederiz bilemiyorum. Ama çok olmayacağına size temin edebilirim. Kim olursak olalım, eğer ülke faydası için bir şeyler yapmak istiyor isek her durumda birbirimize köstek olmayı bir kenara bırakmalıyız. Doğruya doğru, yanlışa yanlış diyebilmeliyiz. Gerçek manasıyla..

İyi de hırsızın hiç mi suçu yok!! 

Parti liderlerinin söylemleri farklı kelimelerle aynı noktaya vurgu yapıyor. Hedef aynı yollar faklı. Ama benim düşünce tarzıma göre insan önce kendine bakmalı, kendini düzeltmeli. Bizler bilinçli olduğumuz sürece söylemler, yönlendirmeler, yönetimler bize zarar veremez. Aksi durumda bu söylemler bizlerin ufkunu daraltır zaman içinde de ufkumuz ta kendisi olur bu söylemler. Belirli noktalara odaklanmamız durumunda çevremizde olan biteni takip etmek mümkün olmayacaktır. Neticede bu duruma gelmiş bir bireye siz ne anlatırsanız anlatın; fikir sabit olduğundan anlattığınız durum, sizin boşa harcadığınız zaman olmaktan öteye gitmeyecektir. 

Kendi fikrimiz, dünya görüşümüz olur... Partinin veya örgütün ideolojisi de bu yönde olur... Olması gerek budur. Bahsettiğim kesim ideolojiyi mi benimsemiş bireyleri mi bunu kararını size bırakıyorum. Empoze edilen fikirler, insanların yeni bir düşünce oluşturmasını büyük ölçüde engelliyor. Sonunda ya yandaş oluyoruz ya da aykırı.. Belirlenen sınırların dışına çıkmaktan bu kadar korkmamız gerçekten hayret uyandırıcı.. Oysa ki sınırın dışında da bir hayat, bir düşünce biçimi var. Kalıplar, tabular bizi yönlendirmemeli. Kalıplar ve tabular kontrolümüz altında olduktan sonra sorun teşkil etmezler. İşin en ilginç yanı ise kendi sınırımızı işbirliği ile kendimiz çizmemiz herhalde...

Sonuç olarak; partiler, örgütler hayatımızın gerçeği.. Liderler, sahip değildirler.. Sizin için en iyisini elde etmeye çalışan başınızdaki yönlendirici unsurdur, sahibiniz değil... Sahip olmaya kalkışan karşısında duruşunuzu sergileyin. Tüm yapılanmalar insan ve onu etkileyen çevre içindir. Yani sahip sizsiniz bunu unutmayın.. 

Kendi duruşunuz, dünya görüşünüz ve fikirleriniz olsun. Ve arkalarında durun, gerisi gelir... 

2 Haziran 2011 Perşembe

Yeni Dünya Düzeni !!!

Bugün ki yazı çok iddialı olacak kanaatimce. Size yeni bir dünya düzeni vaat, ya da siz o dünyayı kendi kendiniz "hak edeceksiniz". Yazım George ORWELL'in 1984 adlı eseri okuyanlara tanıdık gelecek. Eğer okuduysanız Winston'un, sizin tasvir ettiğiniz dünya olduğunu göreceksiniz.. Tam değilse de kısmen.

İpucu veriyorum.. "SAVAŞ BARIŞTIR   -   ÖZGÜRLÜK KÖLELİKTİR   -   CAHİLLİK GÜÇTÜR"

Bu sloganlar "GERÇEK BAKANLIĞIN" a  ait.. Evet Gerçek Bakanlığı. Bununla da sınırlı değil bakanlıklarımız. Sevgi Bakanlığı, Varlık Bakanlığı ve Barış Bakanlığı.. Sloganlara daha sonra döneceğiz.

Bakanlıklarımız sıra dışı olmasıyla birlikte çok yararlı. Bu sayede insanların beynine çip yerleştirmeden onları kontrol edebilme gücüne erişmiş oluyoruz. Ben dikte tarafından bakıyorum şu anda olaya, sizde o taraftan okuyorsunuz.. Paraya gerek yok, biz olayı değiş tokuşa götürürüz. Bazı durumlarda ise kupon dağıtırız maaş olarak çalışan kesime, onu kullanırlar.. Vatandaşlarımızı izlemek ve dinlemek yasal artık. İyiliklerinizi düşünüyoruz, her şey sizler için diyoruz. Onun için evinizdeki her odaya sizi izleyen ve dinleyen aygıtlar yerleştirdik. Her an sizi takip edebiliyoruz. Sizlere yakın olmak istiyoruz çünkü bizim için önemlisiniz. Sizlerle her gün bu aygıtlar iletişime geçiyoruz. Sizlere hikayeler ve sloganlar empoze ediyoruz. Niye, sizin için.. "Sizin için" ilk öğrettiğimiz.. Sizleri her sabah 7.00 da kaldırıyoruz.. Televizyonunuzda uygulamanız gereken hareketler gösteriyoruz.. Neden mi? Ee sağlıklı yaşayın diye.. Savaş için zinde kalın diye değil herhalde! (Savaş Barıştır). Eviniz, kalenizdir.. dışarıya karşı koyabilecek güçte misiniz? Biz sizin yerinize hallederiz..

Savaş Barıştır. Ölen onca askerlerimiz barış için, sizin için öldüler.. E savaş kötüdür diyecek haliniz yok ya barış için savaşıyoruz. Sizin için diyoruz demesine ama hepiniz içten içe biliyorsunuz halkımız devletimiz içindir..Bu sayede savaşlarımızı meşru kıldık, olması gerekeni gerçekleştirdik. Savaştık, savaştık ki gücümüzü herkese gösterdik.

Özgürlük köleliktir. Tüm özgürlükleriniz bizim güvencemiz kapsamında. Tabi sadece kapsamında değil ayrıca kontrolünde.. Biz size ne kadar sunarsak siz o kadarını kullanmak durumundasınız. Anlamanız gereken, özgürlük sunmuyor isek, kullanmanıza gerek yok demektir. Özgürsünüz, çünkü her gün sizin için tarihi yeniden sıfırlıyoruz. Her gün 0.0.0000 tarihinde uyanıyorsunuz. Var olan yazılı tarihi yok ettik. Sözlü tarihi konuşmayı ise kesin bir dille yasakladık ve idamı geri getirdik. Sizin için sonsuzluk özgürlük sağladık. Geçmişle bağınızı kopardık ve ufkunuzu geleceğe açmanızı sağladık. "Bizim geleceğimize". Biz sizin yerinize onuda düşündük ve hallettik.Sizin için.. Yazılı tarih olmadığı için günce tutmanız veya düşüncelerinizi kağıda dökmenizi yasakladık. Yazı için gerekli olan araç-gereçleri ortadan kaldırdık. Sonsuz Özgürlük için.. Bu paralelde düşünmeyi de yasakladık.

Yasaklarla yetinmedik, dildeki bazı kelimeleri maniple edip anlamsızlaştırıldı. İsyan kavramı olmadan nasıl isyan edersiniz ki demedik. Onun yerine Sevgi kelimesini yok ettik. Bakanlığını kurduk. Ama bakanlığın sevgi anlayışını yazıdan az çok anlamışsınızdır. Duygu ve düşünceleriniz zaaflarınızdır. Onların size yön vermesini engelleyin dedik. Duygu ve düşüncelerin tamamını değil elbet.. Nefreti sizin için öncelikli hale getirdik, maniple etmeden tam manasıyla.. Tek başınıza üstesinden gelemeyebilirsiniz, onu da düşündük ve düşünce suçu güvenlik kollarını oluşturduk.

Gerçek bakanlığı ile gerçekleri, sevgi bakanlığı ile sevgi terimini, varlık bakanlığı ile varlık kavramını, barış bakanlığı ile barışın anlamlarını değiştirdik. Yanlış olanı düzelttik(!).

Tüm bunları yerine getiriyorsanız: "Cahillik Güçtür." ve gücümüzü sizlerden alıyoruz. Siz güçlüyseniz bizde güçlüyüz.. 

Rica etmiyoruz!! İstiyoruz.. Sizin için..    

Peki biz halk olarak ne diyoruz?

-Adamlar HAKLI BEYLER!!  Ütopya Halkı olarak..


Elbette yazımın başında dediğim gibi böyle bir dünya vaat etmiyorum ve istemiyorum. Hiçbirimiz istemiyoruz.. Hatta nefret ettik bu dünyadan.. Şunu söylemek isterim ki: Düşünün, sorgulayın, kayıtsız şartsız kabul etmeyin..(dininiz hariç tabi). Unutmaya yüz tutmuş duygularımızı ortaya çıkarın. Hayatı anlamaya, onu anlamlı kılmaya çalışın. Hayat o zaman daha güzel işte...


(Dipnot: Güncel hiçbir olay baz alınarak yazılmamıştır. Ama isteyen üstüne alınabilir, özgürlük böyle bir şey...)

25 Mayıs 2011 Çarşamba

İletişimsizlik Furyası

Bir dünya hayal edin, bildikleriniz evrensel değil sadece size özgü. Elinizdeki makas yine makas ama siz onu ağaç olarak biliyorsunuz, yani ağacın kesme işlemi gerçekleştirdiğini biliyor veya sanıyorsunuz. Konunun biraz sıra dışı olduğunu düşünüyor olabilirsiniz. Öyle olmadığını, aslında günden güne bize empoze edilen bazı durumları burada ifşa ettiğimi anlayacaksınız.

Yakın zamanda ekip arkadaşlarım ile gerçekleştirdiğimiz V. Ulusal BÖTE Öğrenci Kurultayı bana iletişim kavramının ne denli önem arz ettiğini gösterdi. İnsanlar ile olan iletişimin iyi olması durumunda olaylar daha kolay çözüme kavuşabiliyor. İletişimin iyi olası ile zaman kaybının önüne geçilebiliyor, insanlar birbirlerine karşı daha anlayışlı olabiliyor. Şimdi bu kavramların daha karmaşık sistemlere de , daha çok değişkeninin bulunduğu sistemlerde bulunduğunu düşünün. Toplum yapısında mesela..

İletişim, beden dili ile birlikte kelimelerle sürdürülen bir süreci ifade eder. Bu süreç içerisinde beden dili daha önemli bir yer tutmakta. Bugün konumuz daha çok kelimeler ile yürütülen süreci ele alacağız.

2 durumdan söz etmek istiyorum. Siz ne anlatıyorsunuz, karşınızda ki ne anlıyor.. Buradan da Siz ne anlatmak istiyorsunuz, karşınızda ki sizi ne kadar anlıyor.. Evet, birbirimizi anlayamadığımızdan bahsediyorum.. Aynı dili konuşuyor olmamıza rağmen. Dediğim gibi ya anlamıyorsunuz, ya da anlatamıyorsunuz. Peki ya ikisi de değilse.. Ya sorun, kullandığımız kelimelerde ya da barındırdıkları anlamların daysa..

İçi boşaltılan kelimeler ilerleyen zaman içerisinde daha çok başımızı ağrıtacak gibi görünüyor. Ya da kelimelere  birden fazla anlamlar yüklenerek ifade etmeleri gereken asıl anlamlar yok olup gidiyor. Bunun bilinçli yapılan bir durum olduğu aşikar. Günümüz dünyasında bu tarz psikolojik yöntemler oldukça sıkça kullanılıyor. Bu atak ile elde edilmek istenense daha da aşikar. "İletişimsizlik" ile insanlar ve kültürler arasındaki bağı ortadan kaldırmak ve zayıflatmak. Hatta daha derin düşününce anlam kazanmaya başlıyor bu teori. "Böl, parçala, YÖNET!". Dilde meydana gelen bu zaaf beraberinde daha kötü durumları da ortaya çıkarabilmektedir. Toplumu maniple etmek için biçilmiş kaftan bana göre dil üzerinde oynamak. Dil doğar, büyür, yaşar ve miadı dolduğunda da ölür. Dolayısıyla dili maniple etmek oldukça mümkün. Dil insan olarak düşünün, dildeki zaafı ortaya çıkaran olguyu da bir virüs. Oldukça basit, önlem alınmadığı taktirde virüs vücuda yayılır Taki miad dolana dek. Ve dil tükendiğinde geriye sadece teslim olmak kalır.

Yazdıklarımdan anlam çıkarmakta zorlanıyorsanız, maniple işlemi çok başarılı bir şekilde işliyor demektir ki bu durum beni karamsarlığa iter. Ağzınızdan çıkan her kelimeyi irdelemeniz mümkün olmayabilir ama çaba sarf etmek en temel vazifenizdir. İşler daha kötüye gitmeden bu duruma karşı bilinçlenmeli ve bilinçlendirmeliyiz..

Son olarak Mert Evirgen'e bahsettiği bir film için teşekkür etmek istiyorum. "Köpek Dişi" adlı filmden bahsetmişti biraz. Gerçekten etkileyici bir eser. İzlemenizi tavsiye ederim. Bu film, dolayısıyla Mert beni bu yazıyı yazmaya teşvik etti. Uzun zamandan beri kafamda sağ sola savrulan fikirler bu film ile bir araya toplayabildim ve yazımı yazabildim.


        

30 Nisan 2011 Cumartesi

Düşüncesiz Yargı

Bu yazımda güncel bir konunun ortaya çıkardığı bazı davranışlardan bahsedeceğim. Konuyu güncel haberleri takip eden arkadaşlarım tahmin etmiştir. Evet, konumuz "Kanal İstanbul", nam-ı diğer "Çılgın Proje".
Yazımın en başında yazdığım gibi konuyu değil, onun tetiklediği davranışları masaya yatırmak istedim.

Proje faydalı veya faydasız, iyi veya kötü, gerekli veya gereksiz.. 40-50 milyar dolarlık bir projeyi bu bilgimle yorumlamam söz konusu değil elbette. Bu çaptaki projenin etki edeceği birçok fiziki ve beşeri durumu düşünerek, yorum yapma kısmını ileri bir zamana erteleme kararı almış bulunuyorum. Zaten şu aşamada derdim bunlar değil. Bunları konuşmak için önümüzde daha zaman var.

Şunu hemen belirtmek isterim ki; yandaş, partizan veya bu benzetmelere yakın herhangi bir düşünce yapısına sahip değilim. Sadece gördüğümü ve analiz ettiklerimi ortaya döken, bunu da kendi çapında yazan bir bireyim.

Özellikle sosyal paylaşım siteleri (bireyler bazında), görsel - yazılı medya ve siyasiler.. Bu proje ile ilgili bu kadar acımasız yorumlar nasıl yapılabiliyor anlamış değilim. Bu proje belki ülke kurtuluşu demek belki de kötüye gidişi. Daha proje ortaya atılır atılmaz, projenin etkileyeceği durumları etraflıca düşünmeden bu denli kısa bir sürede bu kadar eleştiri nasıl yapılabiliyor anlamlandıramıyorum. Bu projeyi şu anda dünya konuşuyor ve tartışıyor. Türkiye'ye getireceği faydaları, öncelikleri tartışıyorlar. Bizler, bu durumda ülkemizin çıkarlarını düşünmek zorundayız. Eğer eleştiriler (negatif) gerçekten ülkemizin faydalarını göz önünde bulundurularak yapılıyor ise bu eleştiriler üzerinde önemle durulmalı ve sebepleri araştırılmalıdır. 7'den 70'i "bu proje muhteşem" ya da "oy için yapılıyor" gibi ifadeler kullanan vatandaşlar ön yargılarınızı bir kenara bırakıp hareket edelim.

İşin özü şu; Proje ne getirir ne götürür bilemem.. zaten konumuz da bu değil.. insanları tutumu beni üzen asıl nokta. Birbirimizi kırmaktan ve yargılamaktan çekinmiyoruz, düşman edasıyla. Ne yapıldığına değil, kim yaptığına bakıyoruz. İçler acısı durum budur işte.. Böyle bir ortamda eleştiriler ne denli yapıcı olur? Projeler ne denli ülke çıkarını yapılmış olunur..

12 Nisan 2011 Salı

Çelişen Atasözleri

Çelişki
Bu konuya değinmek ne zamandır beynimi meşgul ediyordu. Nitekim şu saatte bu meşguliyet sona erecek. Bizler, Türkler halkı olarak geçmişe önem veririz. Tabi kısmen önem veririz, önemle üzerinde durulması gereken konuları  pas geçeriz. Ama konumuz bu değil, en azından bugünlük..

Hepimiz kulaktan dolma da olsa az çok atasözlerimizi biliriz.. Kimini sever kimini dikkate dahi almayız. Önem verilecek durum ise, birbirleri ile çelişen o kadar çok atasözümüz var ki, anlamadım, anlamlandıramadım. Sadece tahmin yürütebildim...

Birkaç örnek vermeden önce tahminlerimden bir-ikisini sizinle paylaşmak istiyorum.

İnsanlar ruh hallerinin gerektirdiği şekilde ortaya bir laf atmışlar, ortak duygu ve düşünceleri paylaşan bir kısım bu lafın yayılmasında etkili olmuş ve günümüze iştirak etmiş..

Siyasi emeller doğrultusunda, toplumları deforme etme adına söylenmiş ve yayılmış olabilir..

Bir kısmı umut dağıtırken, diğer kısım atasözleri karamsarlık tek gerçekmiş algısı yaratır, buda yine toplumsal veya bireysel çıkarlar uğruna sarf edilmiş boş kelamlar topluluğu olabilir vs..

Bu konuda istediğiniz kadar komplo teorisi üretebilirsiniz, benim aklıma gelen şimdilik bu kadar..

Örneklere gelecek olursak;

"Biri yer biri bakar; kıyamet ondan kopar." - "Aç yanından kaç." 

"Derdini söylemeyen derman bulamaz" - "Sırrını verme dostuna o da söyler dostuna" 

"Her koyun kendi bacağından asılır." - "Kurunun yanında yaş da yanar."

"İyi insan lafının üstüne gelirmiş." - "İti an çomağı hazırla."

"Taşıma suyla değirmen dönmez." - "Damlaya damlaya göl olur."

"Zorla güzellik olmaz." - "Zora dağ dayanmaz."

"Kervan yolda düzelir." - "Balık baştan kokar."

"Düşenin dostu olmaz." - "Dost kara günde belli olur."

"Erken kalkan yol alır." - "Acele işe şeytan karışır."

"İyilik yap denize at." - "Merhametten maraz doğar." 

"Zararın neresinden dönülürse kardır." - "Battı balık yan gider."

"Akıl akıldan üstündür." - "Aklın yolu birdir." 

"Fazla mal göz çıkarmaz." - "Azı karar çoğu zarar." 

Bu kadar örnek sanırım anlatmak istediğimi pekiştirmiş olur. Karamsarlık, veya siyasi amaç güttüğüne inandığım atasözleri ile ilgili kararı sizlere bırakıyorum.

Bazı bireyler bu sözlerle hayatlarına şekil veriyor ve hayatlarını yaşıyorlar. Bu denli çelişki içeren bir havuzda yüzmek ne kadar akılcıdır bilmiyorum. Neticede "Her koyun kendi bacağından asılır." Buna göre hayatını şekillendiren bir bireyin ilerde bir gün devlet yönettiğini düşünürsek "Kurunun yanında yaş da yanar" herhalde...

Daha sağlıklı ve tutarlı bir hayat sürdürebilmek adına, atasözlerini bilin - kullanın ama hayat felsefesi haline getirmeyin. Sonuçta atasözleri anonimdir ve insan işidir.. Fazla güvenmemek gerek.

6 Nisan 2011 Çarşamba

Revizyon

1 aylık kısa bir ara ardından tekrar yazma gereği duydum. O yüzden siz okurlarımla tekrar bir araya gelmekten buruk bir mutluluk duyuyorum. Takip edenler bilir, genelde çevremde gördüğüm sorunları ele alıyorum. Sorunların analizini tamamladıktan sonra da siz okurlarıma sunuyorum. Gerekliliğin getirmiş olduğu sevincimin yegane sebebide budur.

Hayatımızın hiçbir evresinde istikrarlı bir mutluluk furyası yakalalamız mümkün olmuyor . Hayatımızda “iyi” olduğu kadar “kötü” de var olmuştur,  olmalıdır da.. önceki yazılarımda da bahsettiğim gibi kelimelerin anlamlarını gerçek kılan barındırdıkları zıtlıkların ta kendisidir. İyi, kötüsüz kaldığında sadece bir kelime olmaktan öteye geçemez.

Okumakta olduğunuz yazının teması bu kelimeler üzerinden daha anlamlı olacaktır. Kötü zamanlarımız aslında sandığımız kadar kötü mü acaba? Bu soruyu kendinize sormanızı istiyorum. Şu anda sadece sorun. Yazı sonunda da kararınızı verin...

Yazının Kısa Özeti
Kötü Zamanlar

Kıtlık, yaygın ve sürekli açlığa, etkilediği insanların aşırı zayıflayıp güçten düşmesine ve ölüm oranında önemli bir artışa yol açan aşırı ve uzun süreli gıda darlığı verilen addır.
Bununla ilgili size birkaç örnek sunmak istiyorum;
Tarihte kayıtlara geçen ilk kıtlıklar MÖ 4. Binyılda Mısır ve Ortadoğu'da görülmüştür. Bu ilk kıtlıklar, doğal çevrenin yoğun yerleşik tarıma elverişsizliğinden kaynaklandığı için fiziksel kıtlık olarak da nitelenir. 1700'lerden bu yana dünyanın kıtlık çekilen başlıca yöresi Asya'dır. Aşırı nüfusun yol açtığı yiyecek yetersizliği bu kıtada yaşanan kıtlıkların çoğunda belirleyici olmuştur. Bunlar da geçimlikdüzeyde ya da bu düzeyin biraz üzerinde tarımsal ürün elde edilen kurak, ama zaman zaman taşkınlara uğrayan yörelerde ortaya çıkmıştır. Aşırı nüfusa bağlı kıtlığın en sık görüldüğü ülkelerin
başında Hindistan ve Çin gelir. Hindistan'da Dekkan'da 1702-04 arasındaki kıtlık 2 milyonu aşkın can kaybına yol açmıştır. 1876-79 arasında Çin'in kuzeyini etkileyen kıtlıkta 9-13 milyon insanın öldüğü sanılmaktadır. İrlanda'da 1846-47 yıllarında patates ürününü yok eden bitki hastalığının yol açtığı kıtlık 2-3 milyon insanın ölümüyle sonuçlanmıştır. 1971-73 arasında kuraklık Etiyopya'da 1.5 milyon insanın ölmesine yol açmıştır. 1980'lerin ortalarında başlayan kıtlık Afrika'da Büyük Sahra'nın güneyindeki kurak bölgede yaşayan 150 milyon insanın sağlığını tehdit etmektedir.

Bu sadece kıtlıkla da sonuçlu değil. Kıtlığa ek olarak size savaşları ve ortaya çıkardığı sonuçları da anlatabilirdim ama ipin ucunu kaçırabilirsiniz. Ama isterseniz biraz araştırma ile isteiğinizi öğrenme şansına sahipsiniz.

Güncel bir durum daha söz konusu, deprem ve sel felaketleri.. Onun yıkıcılığını sonuçları da malumunuz. İnsanların düştüğü durumları izlediniz veya okudunuz.  Bunun adı “Çaresizliktir.”

Gelelim benim eleştirmek istediğin konuya..

Dünya üzerinde bu kadar kıtlık, kıyım, ölüm, işkence vs, varken bizlerin durupta giden sevgilinin ardından hayat bitmiş gibi yıkılmamız beni çok derinden yaraladı. Ya da aldığımız kötü bir not bizi darmadağın edebiliyor. Hatta bazen daha basit olaylar..

Maslow’a göre insanın birçok ihtiyacı vardır ve bunlardan bazıları diğerlerinden daha önceliklidir. İnsan ihtiyaçları, aşağıdan yukarıya fizyolojik, güvenlik, ait olma, sayılma ve kendini gerçekleştirme ihtiyacı olmak üzere beş kategoriye yerleştirilir.  Bahsettiğim kıtlık,savaş ve doğal afetler hangi basamakta, bizim gündelik yaşam sonucu oluşan dertlerimiz(!) hangi basamakta veya piramitde yeri var mı?

Beynimizdeki “Kötü” kavramını yeniden düzenlemenin tam sırası..

Gerçekten kötü günler mi geçiriyorsunuz??  Sanırım bunu bir daha düşünmenizi istemek zorundayım.

3 Mart 2011 Perşembe

Evrim (Maymun --> İnsan --> Koyun) !!

Bu yazıma başlamadan önce konu ile ilgili çok karamsar olduğumu bilmenizi isterim. Karamsarlığımın sebebi Türk insanın genel yapısı veya sürüklendiği yapıdır. Olaylara yaklaşımımız görünmeyen bir kalem tarafından sınırlandırılmakta ne yazık ki. Bizler ise bu duruma dur(!) demiyoruz. İşin aslı diyemiyoruz, çünkü çoğumuzun böyle bir sınırdan ve kalemden haberdar değiliz.

Peki bu sınırlandırmalar kim tarafından nasıl gerçekleştiriliyor? Bunun cevabına yazının sonunda kendinizin erişebilmesini ümit ediyorum. Eğer kafanızda konu ile ilgili bir şema oluşmadıysa üzülmeyin.. Derdimi anlatamamışımdır.

Günümüz dünyasında bilgi paylaşımı inanılmaz derecede hızlanmış ve çok büyük kitlelere ulaşmayı başarabilmiştir. Peki bu bilgiler ne kadar doğru? Bizlere sunulan bilginin doğruluğuna ne derece inanıyoruz hiç düşündünüz mü? Öğretmenimizin söyledikleri kanun değilmidir? Kitaplarda yazanlara ne demeli?

İşte benim derdim tam da burada başlıyor. Ama doğru ve yanlış kavramları ile ilgili değil bu derdim ve endişem. Tedirginliğimi en iyi anlatan yegane kelime “Sorgulamıyoruz!!!”’dur. Evet sorgulamıyoruz, ne sunulursa özümsüyoruz. Elbette toplumun tüm kesiminden bahsetmiyorum. Dileğim bahsetmediğim kesmin mevcdunun son hızla artmasıdır. Kitaplarda yazan herşeyin doğru olduğunu düşünüyorsanız tekrar düşünün derim. Bizi bu duruma iten bir sürü etmen söz konudur. Bunların en belirgin ve göze çarpanı bilgi bombardımanıdır. Bilgi o kadar hızlı elimize ulaşıyor ve değişiyor ki sorgulamaya fırsatımız olmuyor. Diğer bir etmen devlet politikaları ile ilgilidir. Devletler geçmişteki kara lekeleri örtbas etmek için ve başka  bir çıkar gözettiğinden bilgide oynamalar gerçekleştirebilir, halkın da böyle bilmesini isteyebilir. Bunun haricinde çıkar gözeten kesimler bazı bilgilerde deformasyon gerçekleştirebilir. Bu listeyi uzatmak sizin elinizde benden bu kadar..

Bir diğer durumda, büyük resmi görmememiz için bize sunulan bilgi kırıntıları vardır. Bu bilgiler doğrudur(!) ama kısırdır. Bilgi öyle bir törpülenir ve sunulur ki hep aynı noktada döner durursunuz. Size sistemin ufak bir noktasında var olan bir çatlak sunulur. Araştırmalar yaparsınız, uğraşır didinirsiniz.. Ama asıl sorun sistemin ta kendisidir dolayısıyla çözümü de sistemde aramak gerekir. Sistemin ücra bir köşesinde değil! Böylelikle asıl konu köşede hala çözüm beklerken bizler kafamızı küçük oyuncağımız dan kaldırıp odaklanmamız gereken yere odaklanamıyoruz.

Okudunuz mu bilmiyorum ama Tarih Lenk (Aksak Tarih) adında bir eser var. Eser de tarihin bilinmeyenleri ifşa edilmiş ve okuyucaya iletilmeye çalışılmıştır. İlk etapta taktir ettim. Biraz zaman sonra şunu fark ettim: “ya bunlarda doğru değilse?”. Bu yazar da böyle düşünmemizi istiyor düşüncesi sardı bir anda tüm benliğimi. O halde hiç bir durumda bilginin güvenir olduğuna kanaat getiremeyecekmiyiz? Söz konusu olan durum “Sokrates Modu” değildir. Sözü geçen durum daha basit. Sadece sorgulayın...

Sorgulamazsak ne mi olur? Artık herşey önümüze hazır gelir, araştırmama ve sorgulamama eksikliğimiz normal olarak adlandırılır, “Koyun Modu” na geçiş tamamlanmış olur. Sonrası mı? Varın siz düşünün..
  
Yazımı sonlandırıken şu cümleye yer verkem isterim: “Koyun oldukça güden çoban da her daim bulunur.”
    

18 Şubat 2011 Cuma

Bakış Aşısı

Okuyacak olduğunuz yazı ile bir temel oluşturmanızı diliyorum. Bu temel, bakış açınızı geliştirme adına basit ama önemli bir adım olacaktır. Ben sadece temeli atmanıza yardım edebilirim oda aklım erdiğince. Yapıyı tamamlamak, işler hale getirmek sizin elinizde. Bakış açısından kastım renginiz, tarafınız, görüşünüz değildir. At gözlüklerini atıp durumları her yönden analiz edebilmekten bahsediyorum.

Üzerinde durulacak bir konu olduğunu düşünmemin en önemli sebeplerinden bir tanesi toplumun gelmiş olduğu durumdur. Birbirimiz dinlemiyoruz, dinlesek de anlamıyoruz, anlasak da üzerinde kafa yormuyoruz. Bu durum neticesinde ise birbirimize en ufak bir tahammül gösteremiyor, anlayışla karşılayamıyoruz. 
Olaylar karşısında takınacağımız tavır fevri olmamalı; göstereceğimiz tepkiyi değil, tepki göstermeyi düşündüğümüz olayı irdelemeliyiz.
Bir ressam olduğunuzu düşünün, tualiniz, boyalarınız ve diğer gereksinim duyduğunuz objeleriniz kullanıma hazır bir şekilde emrinize amade. Şimdi Sıra resmi çizmeye geldi.. 

Mutual yaşam; Bu tür bir terim sizleri korkutmasın, biyolojik bir terim ama anlaşılması oldukça kolay. Mutual yaşamda büyük balık ve küçük balık vardır. Büyük balık ağzını açar, küçük balıklar büyük balığın dişleri arasında kalan yemek kırıntılarını yer. Bu şekilde büyük balık temizlenmiş olur, küçük balık ise doymuş olur, durum bundan ibarettir. Dile getirmek istediğim durum, bu duruma sadece büyük balık tarafından bakılmamalıdır. Ya da tam tersinden de söz edebiliriz. Bizler, karar mercileri veya medya ne istiyorsa ona bakmakla mükellef kılınıyoruz. Yani bu mekanizmalar "büyük balık böyle bir durumdan çıkar sağlar!" savını önümüze koyduğunda ne yazık ki bizde o yönden bakarak olaylar hakkında fikirler geliştirir, taraf oluruz. Yargıları kafamızda kemikleştirmeden etraflıca yargılamalı, araştırmalıyız. Sonraki aşamada ise bilgi beyine kodlanmalıdır. Bu durum size belki gereksiz gibi görünür. Belki umursamaz ve okumayı bırakırsınız..
Ama unutmayın ki varılan bir yargı (doğru veya yanlış) denize atılmış bir taş gibidir. Taş okyanusta da atılmış olsa dalgalar kıyıya varır. 

Büyük resmin ilk parçası karşınızda.. Tarafların her biri için düşünün!

Büyük resmi tamamlamak için atılması gereken adımlar o kadar fazla ki hepsini burada yazmam ve sunamam mümkün görünmüyor. İlk parçayı bir adım daha ileri taşıyalım. Durum değerlendirmesine çevresel etmenleri ve kendimize de dahil edelim. 

Karşılaşmış olma ihtimaliniz yüksek olan bir olay örgüsünden bahsetmek istiyorum. İş, okul çıkışı veya gezmeden dönerken otobüse binersiniz. Otobüs tıklım tıklımdır. İtişme kakışma yerinize gidersiniz. Ayaklara basarsınız, ayağınıza basılır. Yavaş yavaş sinir harbi içine girmeye sürüklenirsiniz. Ama durup düşünürsünüz, otobüs kalabalık olabilir dersiniz. Düşünmeye devam edersiniz, iş çıkışı herkes biran önce evine gitmek istiyor, otobüs sahibi evini geçindirmek için fazla yolcu alır, devlet gerekli altyapıyı sağlayamamıştır, otobüs şoförü aracı yavaş kullanır yakıtı idareli kullanmak için vs. uzar gider bu liste. Tam o sırada sinir harbine yenik düşen bir vatandaş kükremeye başlar. Gerginlik tüm yolcuları sarar ve bağrışmalar başlar. Evine varan vatandaş gergin olduğu için ev ahalisiyle tartışır, üzer ve gerer. Ev ahalisinden öğretmen olan vatandaş gergin olduğu için öğrencisine kızar yanındaki arkadaşıyla küçük bir münakaşa yaşadığı için. Sonra 2 çocuk kavga eder ve okuldan uzaklaştırılır. Hayatta kalma becerisini okul eğitimi ile almayan çocuk sokakta arar bu beceriyi. Bir bakmışız karşımıza mafya babası olarak çıkmıştır. Zorlama da olsa bu olay asla olmaz kaç kişi diyebilir...

Mafya babası örneği düşük bir ihtimal tabi ki.. Ama huzursuzluk kesinlikle olacaktır. Bu huzursuzluğu bir nebzede olsa azaltmak elimizde. Burada yazanları tartışma başlatan insanlara anlatarak..

Büyük resmi 2. parçası.. düşünün!

Bir olayı değerlendirirken rol alan herkesi, her şeyi değerlendirme kriterlenize katın ve sonuca gidin. Bu tavır, sizin daha anlayışlı bir kişiliğe sahip olmanıza yardım eden en önemli unsurlardan biri olacaktır. Böylelikle birbirimize tahammül eder ve toplum içi huzurun da canlanması için küçük bir adım atmış oluruz. Başlangıç ve bitiş noktası arasında ki bağlantıyı; Denize atılan taş bakış açınız, kıyılar ise toplumu temsil ettiğini düşünerek bulabilirsiniz. 

Sizin için büyük, toplum içinde büyük bir adım...   

   

6 Şubat 2011 Pazar

İfadesizlik ifadesi

Okumaya daha yeni başladınız, bu yüzden şunu belirtmekte fayda var, ne hakkında yazacağımı az çok biliyorum ama ortaya çıkan sonuç ne olur bunun kararını sizler okur olarak daha iyi verirsiniz kanımca.

İyi veya kötü, bu olgular sizin yazı sonunda varacağınız fikirlerden birisi olabilir, ya da okuduğunuz yazı o denli kötüdür ki herhangi bir fikre bile kapılmazsınız. Bunlar size kalmış olan duygulardır. Ben yazarım gerisine karışmam.. Sonuç şudur ki, siz beğenseniz de beğenmeseniz de bunlar insanları insan yapan düşüncelerin meydana getirdiği bir ürünüdür, saygı duyun..

"Kayıtsızlık" doğru kelime değil ama ilk akla geleni..

Yazdıkça düşüncelerim beynimde vücut buluyor adeta.. Fikirlerim keskinleşiyor, ortaya çıkan vücut güzelliklerinin yanında çirkinliklerini de getiriyor. İnsan dediğimiz varlığı ortaya çıkaran en belirgin iki kavramla karşı karşıya kalıyorum. Aynı zamanda bu iki kavram birbirleri için vazgeçilmezdir tıpkı diğer güçlü duyguların birbirine ihtiyacı olduğu gibi..

"Bağımlılık" doğru kelime değil ama ilk akla geleni..

Konuya ufaktan giriş yapmak için kendime bir günah keçisi buldum, bir atasözü(!).. "Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla." böyle bir ata sözünü benim atalarımın söylemiş olduğunu inkar ediyorum, belkide söylememişlerdir ama inanmamız istenen budur.
Ey bu lafı söyleyen insan evladı, neden söylemek istediklerini direkt olarak gelinine söylemiyorsun da araya aracı koyuyorsun! Gelini kırmaktan mı korkuyorsun, nasıl ifade edeceğini mi bilmiyorsun.. nedir bunu yapmaktaki amacın.
Çevrenizdeki insanlar ile olan iletişiminizde aracınız var mı? bu aracı bazen yalan, bazen sahte bir gülücük, bazende sahte bir kahkaha, bazen de içten gelmeyen bir iltifat mı? Eğer iki insan arasında bu davranışlardan biri ya da birileri varsa, ya çok iyi bir arkadaşsınız, ya sadece arkadaşsınız (dost değil), ya da sevgilisiniz. Çok iyi bir arkadaş ve sadece arkadaş arasındaki ironi karar verme adına işleri çok zorlaştırıyor. Çok iyi arkadaşsınız, çünkü davranışları arkadaşınızın ihtiyacı olduğu için gerçekleştiriyorsunuz. Kötü bir gün geçiriyordur, sevgilisinden ayrılmıştır, beklemediği derecede kötü bir not almıştır. Bu gibi durumlarda arkadaşınızın yanında olup destek olursunuz. Ama bazen destek olmak içimizden gelmez, tarzımız değildir oturup sıkıntıyı paylaşmak.. yani olduğumuz gibi davranırız, içimizden geldiği gibi. Peki bu durum bizi ne yapar? İyi bir arkadaş yapmaz herhalde.. İçinizden gelmese bile destek olursunuz, artık sahte bir karaktere bürünmüşsünüz bu durumda arkadaşınız(!) sizi bu duruma düşürdüğü için gerçekten arkadaşınız mıdır? İroniyi ortadan kaldırmak için bazı kavramlar mevcut elbette. Fedakarlık, sevgi, dostluk.. Herhalde bu sözcükler,ifade ettikleri duygularla sizi rahatlatır. İşin özü bana göre şudur, fedakarlık içinizden geliyorsa bunu durup düşünmezsiniz bile, sadece yanında olursunuz işte bu bazılarına göre dostluk, bazıları içinse aşktır.

"Gönüllülük" doğru kelime değil ama ilk akla geleni...

Netice olarak benim söylemek istediğim her zaman dürüst olun, siz olun (Ben kimim ki akıl verme çabasına giriyorum oda ayrı konu). O zaman dünya sizin ve çevrenizdekiler için daha yaşanır hale gelecektir..